Dağlara vuran bahar

1977 Mayısının ilk günü korkularımızın ve acının sağılıp içimize damladığı gündür. Anımsadıkça tüylerimiz diken, gözlerimiz dolu dolu olduğumuz kaç gün vardır böyle. Acılar içine düşerken senin her seferinde, her şey inat Ahmed Arif’ten bildik bir dizeyi tekrarlaman geliyor aklıma.

Dağlara vuran bahar, açan çiçekler içinde en çok kokan umut çiçeğidir diyerek; “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin” demen çınlıyor kulağımda.

Umutlanmak için bir sebeptir baharın gelişi, sevinmenin tam zamanıdır. Kurdun kuşun, açan çiçeğin sevincini yaşaması gibi değildir insanın sevinçlerini yaşaması. Kederlerimiz tutar yolumuzu… Bir bahar günü merhaba dediğin halde hayata, çok da sevinmedin baharın gelişine. Takvim yapraklarının her birinde bir ölüm haberi asılıdır bahar günlerinin. Umutlarımızı hırpalar, sevinçlerimizi kursakta koyar.

Yaz gelse diye telaşla bekleyişin nedeni, baharın bu ağır acılarından kurtulmak istemekten başka bir şey değil… Biliyor musun yolculuğumuz uzadıkça ve ardımızdaki yıllar önümüzde duranlardan sayıca artıkça her şey daha zor olmaya başladı.

Yaşlandın sen, saçındaki aklar, bıyığına sakalına düşen kırlar yorgunluğun kadar. Ah iyi ki şu çocuk gülüşün var. İyi ki bir yanın hep çocuk kalıyor. Yoksa bu aksiliğin, bu bazen kendini beğenmişlik derecesindeki ukalalığın asla çekilmez.

Seni böyle anlatıyorum ya… Daha önce yazdıklarımı okuyan olsa seni melek sanacak. Sen de biliyorsun, şu ana kadar sadece kabul edilebilir yanlarını yazdım. Ama bazen çok çekilmez olduğunu sen de biliyorsun. Ağzının bozulduğu da oluyor. Çok zor olsa da oluyor işte. Bütün erkekler küfür eder. Bunda şaşılacak bir şey de yok. Ama senin dediğin gibi küfür etmek biraz da acizlik. Çaresiz kalış… Hayatın karşısında kim çaresiz kalmıyor ki. İstemesek de hepimizin çaresiz kaldığı ve küfür etmekten başka sözün kalamadığı anlar da oluyor.

Küfür ettiğinde yüzümü buruşturmama hep “Sen asla Can Yücel şiiri okuma.” Deyip kendini savunman, aslında özrünün kabahatinden büyüklüğünden başka bir şey değildi. Neyzen Tefik’i de bilirim ben. Keyifle de okurum.

Şiirin kendisi bir isyan değil mi. Bildik anlatımların, bildik söz diziliminin zorlandığı ve aşıldığı, duyguların en olmaz, en akla hayale gelmez yerinden yakalanıp ifade edilişi biraz da.

Hani şu annesini sokak lambasına benzeten şairi anımsıyor musun? İnsanın annesini bir sokak lambasına benzetmesi, olsa olsa bir şair işi olabilir. Senin de var şaşırarak ve hayretler içinde kalarak okuduğum dizelerin. Sen şair değilim desen de bal gibi de şairsin işte.

Şimdi aklıma, bir gün bana sokak lambalarından söz etmen geldi. Tam olarak anımsayacağımdan emin değilim ama İstanbul’un sokak lambalarının gözüyle görünmesini anlatmıştın. Sabahleyin gördüğümüz eğri büğrü bu lambaların, gece dile geldiğini, İstanbul’u anlattığını söylemiştin. Gece bu kadar zavallı ve bu kadar çaresiz değildir bu lambalar… Geceye umutsuz bir ışık olup düşerler. Ve her sokak bu umutsuzluktan payını alır. Susar usulca demiştin. Gerçekten öyledir; İstanbul susar bu umutsuz anlatımlarla.

Gölgemizle oynar sokak lambaları. Gölgemizi bir alıp önümüze düşürür, bir ardımıza. Bir sağımızdadır bir solumuzda. Bizimle oynar sanki…

“Sokak lambalarının soluk ışığının elleri üşür, gülüşü bu yüzden donuktur. Ve son derece kıskançtır sokak lambaları. Yıldızlarla aramıza girer.” Bu sözler de senin. Nereden aklına gelir bilmem ki…

Senle yaşadığım birçok şeyi yazmadığım için şimdi çok pişmanım. Aslında yazmıştım. Birçok not defteri doldurup sonra yırtıp attım. Senden habersiz seni yazmaktan utandım. Sonuçta seni yazıyordum ve bunu senden saklamam hiç de hoş değildi. Çocukluk yıllarından kalma şiir defterlerini bulduğumda ne çok sevinmiştim. Ama sen sevincimi kursağımda bırakırcasına elimden alıp bir güzelde kızdın bana.

Ama hepsini okumuştum ben. Elimden alman ve o kadar kızman boşunaydı… Bulur bulmaz, sana göstermeden bir güzel okumuştum. Bunu bilmiyordun değil mi?

Karşılıksız aşklar yaşamışsın hepimiz gibi. Ve öfkelenmişsin bazı dizelerde. En çok da kendine kızmışsın. Cesaretini toplayıp sevdiğini söyleyemediğin için. Adeta kendinle kavga etmişsin. İçim acıdı. Yüreğim burkuldu.

Bütün bunlar, her şiirin altına düştüğün notları okuduğumda gülmeme engel olamadı. Belki de en güzeli bu notlardı. Yazdığın şiiri kendine açıklamış ve ne demek istediğini anlatmışın. Belli ki şiir ne demek istediğini anlatmaya yetmemiş. Ah, anneler günü için yazdığın şiir, bak o bir harika. Şiir olarak belki değil ama şiiri yazdıran düşünce son derece nahiv ve çok da insanca… Evet, daha çok da çocukça… Belki de beni bu yüzden etkiledi. Harika bir anneler günü armağanıydı…

Bence ondan güzel bir armağan olamazdı. Kaç anne böyle güzel bir armağan aldı anneler gününde bilemeyiz. Ama sayılarının çok olmadığını tahmin etmek zor değil bence. Günlüğünde bundan da söz etmişsin. Anneni ağlattığın için üzüldüğünü de yazmışsın. Ama o göz yaşlarının sevinç göz yaşları olduğu da kesin.

Doğum günlerini neden sevmediğini de günlüğünden öğrendim. Ben hep doğduğun günü kesin bilmediğin için doğum günlerine tepki duyduğunu sanıyordum. Oysa olayın aslı bambaşka… İç acıtan bir öykü o da.

Hediye alamadığın ama yine de gitmek zorunda kaldığın bir doğum gününün sende kalan acı hatırasıydı doğum günlerine tepkin…

Bak yarın 1 Mayıs. Hiçbir şey seni alanlardan alı koymadı. Her koşulda bir yolunu bulup meydanlarda oldun. Senle yan yana aynı safta olmak hep beni mutlu etti. Hep yanında yürümenin gururunu yaşadım. Ama nerede olursak olalım hangi alan girersek girelim senin her 1 Mayıs’ta Taksim meydanına girdiğini de biliyorum. En büyük isteğinin de Taksime mavi işliğinle elinde karanfillerle girmek…

Mayıs acılarla gelen yaralı bir çocuk. İçimizi acıtan, içimizi yakan bir kor alev… Bahar geldi. Mayıs geldi… Memleketimin dağlarında kan gülleri…