.: Psikolojik ve Ahlaki Bir Sorun Olarak İtaatsizlik – Erich Fromm

Asırlar boyu krallar, derebeyleri, endüstri patronları ve ana babalar itaat etmenin bir erdem, itaatsizliğin ise ahlaksızlık olduğu tanımında direndiler. Başka bir görüş açısı sunmak için bunun yerine şu tanımı da koyabiliriz: İnsanoğlunun tarihi itaatsizlikle başladı ve ne yazık ki itaatle sona erecektir. İbrani ve Yunan tarihlerine göre, insanoğlunun tarihinin yol göstericisi itaatsizlik eylemi olmuştur. ‘Âdem ve Havva, cennette doğanın bir parçası olarak uyum içinde yaşamlarına rağmen doğanın üstesinden gelmemişlerdi. Ana rahminde ceninin varoluşu gibi doğanın içindeydiler. İnsandılar ama henüz insan değildiler. Derken bütün bu düzen bir kurala karşı itaatsizlik etmeleriyle değişti. Dünya ile anne arasındaki bağlarını kopararak, göbek bağını keserek insan öncesi uyumdan insan doğdu. Böylece de bağımsızlık ve özgürlük yolunda ilk adım atılmış oldu. İtaatsizlik Âdem ile Havva’yı özgür kıldı. Gözlerini açtıklarında birbirlerine yabancı oldukları gibi dış dünya da onlara yabancı ve düşmancaydı. İtaatsizlik doğa ile aralarındaki ilk bağı kopardı ve onları kişileştirdi. «İlk günah» Adem’i, yozlaştırmak şöyle dursun, onu özgür kıldı. Bu tarihin başlangıcıydı. Artık insanoğlu cennetten çıkıp kendi gücüne güvenmeyi ve bütünüyle insan olmayı öğrenmeliydi.

Peygamberler kurtarıcı öğretilerinde, insanın itaatsizliğini onayladılar: İnsan, «günahı» tarafından baştan çıkarılmamış, insan öncesi uyumdan kurtulmuştu. Peygamberlere göre, tarih insanın insana dönüştüğü yerdir. İnsan olma sürecinde insan; kendiyle, doğayla ve birlikte olduklarıyla yeni bir uyum oluşturana dek kendi sevgi ve akıl yetilerini geliştirir. Bu yeni uyum, «günlerin sonu» olarak tanımlanır ve insanların hem birbirleriyle hem de doğayla barış içinde oldukları bir dönemdir. Bu, insanın kendi yarattığı «yeni» cennetidir. Ve ancak insanın tek başına yaratabileceği bir cennettir. Çünkü «eski» cennetin itaatsizliği nedeniyle terk etmeye zorlanmıştır.

Tüm uygarlık İbrani mitindeki Âdem ile Havva, Grek mitindeki Prometheus örneğinde olduğu gibi itaatsizlik üzerine kuruludur. Prometheus’un ateşi tanrılardan çalmasında insan evriminin temeli yatmaktadır. Eğer Prometheus’un «suçu» olmasaydı insanlık tarihi de olmazdı. Prometheus da Âdem ve Havva gibi, itaatsizliği nedeniyle cezalandırıldı. Ama pişman olup af dilemedi. Aksine, gururla: «Tanrıların itaatkâr kölesi olacağıma bu taşa zincirlenmiş olmayı yeğlerim» dedi.

İnsan, evrimini itaatsizlik eylemleriyle tamamlamayı sürdürdü. Bu, yalnızca insanın tinsel gelişimi ile değil, kendi inançları ve vicdanları adına varolan güçlere hayır deme cesaretini gösterenlerle de olanaklı oldu. Aynı zamanda zihinsel gelişimi de itaatsizlik yetisine bağlıydı, yeni düşünceleri susturmaya çalışan otoriteye karşı olduğu gibi, değişimi saçma olarak değerlendiren geleneksel düşünceye sahip otoriteye karşı da itaatsizlik içermekteydi bu yeti. Eğer itaatsizlik yetisi insanlık tarihinin başlangıcını oluşturuyorsa itaat, daha önce değindiğim gibi insanlık tarihinin son bulmasına neden olabilir. Bunu sembolik ya da şiirsel biçimde dile getirmiyorum. İnsanoğlunun uygarlığı, hatta yeryüzündeki tüm yaşamı gelecek beş-on yıl içinde yok etme olasılığı, üstelik olanağı vardır. Bu durumun akla yatkın bir yanı yoktur. Ama gerçek şudur ki, atom çağında bizler teknolojik bir yaşam sürerken insanoğlunun çoğu gücü ellerinde tutanlar da dahil olmak üzere hâlâ duygusal olarak taş devrinde yaşamaktadır, öyle ki, matematik, astronomi, doğa bilimleri yirminci yüzyıla ayak uydururken politik, devlete ilişkin ve toplumsal düşüncelerimiz bilim çağının çok gerisindedir. Eğer insanoğlu kendini öldürürse, bunun nedeni ölüm düğmelerine basmayı emredenlere itaat etmek olacaktır. Bu da, insanın; korku, nefret ve hırsın ilkel tutkusuna, ayrıca milliyetçi gurura ve devlet egemenliğine itaat etmesidir. Sovyet liderleri devrimler üzerine, «özgür dünyada» yaşayan bizlerse özgürlük üzerine çok konuşuruz. Buna rağmen onlar da biz de itaatsizliğe karşı çıkarız. Sovyetler Birliği bunu açıkça ve zorla, bizse daha kapalı ve daha ince yöntemlerle yaparız.

Her itaatsizlik bir erdemdir, her itaatkârlık da bir kusurdur demek istemiyorum. Böyle bir görüş açısı itaat ve itaatsizlik arasındaki diyalektik ilişkiyi gözardı etmiş olurdu. İtâat edilenlerle edilmeyenler uzlaşmıyorsa, bir ilkeye itaat, zorunlu olarak karşıtına itaatsizlik demektir. Antigone bu ikilemin beylik örneğidir. Antigone, devletin insanlık dışı yasalarına itaat ederek, kaçınılmaz olarak insanlığın yasasına itaatsizlik etmiş olacaktı. Buna karşılık insanlığın yasasına itaat ederse, devletin yasasına karşı gelmiş olacaktır, özgürlüğe ve bilime kendini adayanların tümü, kendi insanlık ve akıl yasalarına, vicdanlarına uymaları için onları susturmaya çalışanlara karşı itaatsiz davranmak zorundaydılar. İnsan, yalnızca, itaat ediyor ya da başkaldırmıyorsa köledir, ama yalnızca başkaldırıyor ve itaat etmiyorsa da isyankârdır (devrimci değil). İsyan eden kişi de bir ilke ya da inanç adına değil, öfkesi, incinmiş gururu ve düş kırıklığı nedeniyle davranır.

Bununla beraber, terimlerde bir karışıklığa yol açmamak için önemli olan bir sınıflandırma yapılmalıdır. Bir insana, kuruma ya da güce yönelik (dışa dönük itaat) boyun eğmedir. Bunun anlamı da, insanın kendi özerkliğinden vazgeçmesi, kendi iradesi ve yargısı yerine yabancı bir güç tarafından yargılanmayı ve onun iradesini kabullenmesidir. Kişinin kendi aklına ya da inancına itaat etmesi ise (içe dönük itaat) bir boyun eğme değil, onaylamadır. Kendi inancı ve yargısı gerçekten kişiye aitse onun bir parçasıdır. Başkalarının yargıları, kararlan yerine onları izliyorsa, kişi kendine ait oluyordur. O zaman da itaat sözcüğü mecazi anlamda ve «dışa dönük itaat» durumundan tümüyle farklı bir anlamda kullanılabilir.

Ama bu ayrımın da hâlâ iki başka tanıma gereksinimi vardır. Bunlardan biri vicdan kavramı, diğeri ise otorite kavramı üzerinedir.

Vicdan kavramı birbirinden hayli farklı iki fenomeni açımlayabilmek için kullanılır. Birincisi, yetkinin iç sesi olan «otoriter vicdan»dır. Bu, bizim hoşnut etmeye gönüllü olduğumuz, hoşnut edememekten korktuğumuz bir olgudur. Otoriter vicdan, kendi vicdanlarına uyan çoğu insanın yaşamında yer alır. Bu, aynı zamanda Freud’un «Üst Benlik» (Süper-Ego» olarak adlandırdığı vicdandır. Üst benlik; korku nedeniyle çocuk tarafından kabul edilen içsel emirleri ve babanın yasaklamalarını içerir. Otoriter vicdandan farklı olan diğer kavram ise «insani vicdandır». İnsani vicdan her insanın içinde varolan bir sestir. Dışsal ödüllendirmelerden ve onaylamalardan bağımsızdır. İnsani vicdan, insan olarak bizde varolan sezgisel bilgi üzerine kurulu bir kavramdır. Sezgisel bilgi ise bizim insanlık için ya da insanlık dışı olanın, yaşama neden olanın ya da onu yok edenin ne olduğunu bulmamızı sağlar. Bu vicdan, bizim insan olarak yaşamı sürdürmemizi olanaklı kılar. Bizi kendimize, insanlığımıza döndüren, dönmeye çağıran sestir.

Otoriter vicdan (Üst Benlik), içselleştirilmiş olsa bile, kişinin dışındaki bir güce itaat eder. Bilinçli olarak kişi kendi vicdanının izlediğine inanır. Oysa gerçekte, gücün ilkelerini kabullenmiştir. Bunun tek nedeni, üst benlik ve insani vicdanın yansımasını özdeş olduğu yanılgısı, ayrıca içsel otoritenin, kişiye ait olmadığı açıkça ortada olan otoriteden çok daha etkin olmasıdır. «Otoriter vicdan»a itaat, dış güçlere ve düşüncelere yönelik tüm itaatler gibi, varolma ve kendini yargılama yetisi olan «insani vicdan»ı zayıflatma eğilimindedir.

Diğer taraftan, başka birine yönelik itaatin fiilen bir boyun eğiş olduğu anlatımının, akıl dışı otoritenin akılcı otoriteden ayrı tutularak değerlendirilmesine gereksinimi vardır. Akılcı otorite, öğrenci ile öğretmen arasındaki ilişkide, akıl dışı otorite de köle ile sahibi arasındaki ilişkide gözlemlenebilir. Her iki ilişkinin temeli de emir veren kişinin kabullenilmiş olması gerçeğine dayalıdır. Ama, işleyişte, birbirlerinden farklı yapılan vardır, ideal bir dununda, öğretmenin ve öğrencinin çıkarları ayrı yöndedir. Öğretmen, öğrencisinin gelişiminde başarılı olursa kendini yeterli bulur. Ama eğer başarısız olursa bu hem kendinin hem de öğrencisinin başarısızlığıdır. Öte yandan köle sahibi kölesinden olabildiğince çok faydalanmak ister. Ne kadar çok faydalanabilirse o kadar doygun olur. Aynı zamanda, köle de, kendi minimum mutluluğunu hak edebilmek için en iyi biçimde haklarını korur. Burada, kölenin ve sahibinin çıkarları tamamen karşıttır, çünkü çıkarları birbirlerine göre zararlıdır. Her iki durumda, birbirlerine göre üstünlüklerinin farklı işlevleri vardır, ilk örnekteki durumda, kişinin gelişimi otoritenin etkinliğine dayandırılır. İkincisinde ise söz konusu olan, kişinin sömürülmesidir. Buna koşut diğer bir ayrım da şudur: Akılcı otorite akılcıdır, çünkü burada otorite ister öğretmenin ister bir tehlike anında buyrukları veren gemi kaptanının elinde olsun, davranışlarını mantık yönetir, mantık evrensel olduğu için de boyun eğmeden kabullenilebilir. Akıl dışı otorite ise, zorlama ya da etkileme yoluna başvurmak durumundadır, çünkü önleyebilme özgürlüğü olan hiç kimse sömürülmeye izin vermeyecektir.

Niçin insan itaat etmeye bu denli eğilimli ve itaatsiz olmak niçin kendisi için bu denli güç? Devletin, kilisenin ve kamuoyunun gücüne itaat ettiği sürece kişi kendini korunaklı ve güvenli hisseder. Gerçekte, itaat ettiği gücün niteliği pek fark yaratmaz. Her şeyi bildiklerini, her şeye güçlerinin yettiğini sahtekârlıkla iddia edip güçlerini şu ya da bu biçimde kullananlar, her zaman bir kurum ya da insanlardır. İtaatkârlığı, kişiyi taptığı gücün bir parçası haline getirir ve kendini güçlü hissetmesine neden olur. Onun adına karar verdiği sürece kişi hata yapamaz. İnsanı kanatları altına aldığı için yalnız da kalamaz. Suç da işleyemez, çünkü buna engel olur. Ama eğer bir suç işleyecek olursa da bunun cezası mutlak güce geri dönmektir.

İtaatsizlik için, bir insanın yalnızlığa, yanılgıya ve suça yönelik cesaretinin olması gerekir. Ama cesaret de yeterli değildir. Cesaretin kapasitesi de bir insanın gelişim düzeyine bağlıdır. Bir güce karşı direnip, ona «hayır» diyebilme cesareti, ancak insan anne kucağından ve baba hükmünden kurtulmuş, gelişimini tümüyle tamamlamış bir kişi olarak ortaya çıkmış, kendisi adına düşünebilme ve duyumsayabilme yetisine sahip olabilmişse olanaklıdır.

Bir insan güce karşı hayır demeyi öğrenip itaatsiz davranarak özgür olabilir, ancak. Ama özgürlük için yalnızca itaatsizlik kapasitesi değil, itaatsizlik kapasitesi için de özgürlük önkoşuldur. Eğer kişi özgürlükte korkuyorsa, ne hayır demeye cüret edebilir ne de itaatsiz davranmaya cesaret edebilir, işin doğrusu özgürlük ve itaatsizlik kapasitesi ayrıştırılamazlar; bu nedenle, özgürlüğü savunan ama itaatsizliğe karşı olan herhangi bir sosyal, politik ya da dini sistem, gerçeği söyleyemez.

Güce karşı «hayır» diyebilmenin, itaatsiz davranmaya cesaret etmenin bu denli zor oluşunun bir başka nedeni de, insanlık tarihi boyunca itaat bir erdem, itaatsizlik, işe bir günah olarak tanımlanmışlardır. Bunun nedeni çok açıktır: Tarih boyunca azınlık çoğunluk tarafından yönlendirilmiştir. Bu işleyiş, yaşamın sahip olduğu iyi şeylerin yalnızca küçük bir kesim için yeterli olmasından ve kırıntıların çoğunluğa kalmasından kaynaklanmaktadır. Eğer azınlık bu iyi şeylerle hoşça vakit geçirmek istiyorsa ve bunun da ötesinde kendileri adına çalışacak, kendilerine hizmet edecek çoğunluğa sahip olmak istiyorsa bunun tek bir koşulu vardır: çoğunluk itaat etmeyi öğrenmeliydi. Kuşkusuz, itaatkârlık ancak katışıksız baskı ile oluşturulabilir. Ama bu yöntemin de birçok elverişsiz yanları vardır. Bir gün çoğunluğun azınlığın zorla üstesinden gelebileceği düşüncesiyle kalıcı bir tehdit yaratır. Kaldı ki korkunun itaatin ardına gizlendiği durumlarda iyi ve kusursuz yapılamayacak birçok iş kolu vardır. Yalnızca kuvvetten korkmaktan kaynaklanan itaat, insan yüreğinden kaynaklanan bir itaate dönüştürülmelidir. İtaatsizlik etmeye yönelik korku taşımak yerine insan, itaat etmeye gönüllü olmalı, hatta ona gereksinim duymalıdır. Eğer bu başarılmak isteniyorsa gücün kendisi Mutlak İyilik, Mutlak Bilgelik ve Mutlak Bilgi Sahibi niteliklerini benliğinde toplamalıdır. Eğer bu gerçekleşirse, o zaman gücü ellerinde tutanlar; itaatsizliğin bir suç, itaatkârlığınsa bir erdem olduğunu herkese yayabilirler. Bu durumda da çoğunluk doğru olandan, yani itaatten yana olacaktır. Buna karşılık itaatsizlik kötülenecektir. Korkaklıkları nedeniyle kendilerini kınayamayanlar, itaatsizliği aşağılayacaklardır. Luther’den on dokuzuncu yüzyıla dek ortada ve aşikâr olan otoritelerle uğraşıldı. Luther, Papa ve prensler otoriteyi desteklemek istediler. Orta sınıf, işçiler ve düşün adamları ise otoriteyi ortadan kaldırmak istediler. Devlet ve aile içinde var olan otoriteye karşı mücadele etmek; yürekli ve bağımsız kişilik oluşumu için en iyi zemindi. Otoriteye karşı mücadele, bilim adamlarını ve aydınlanma çağı filozoflarını tanımlayan entelektüel atmosferden ayrı düşünülemez. Bu «eleştirel atmosfer» akla inancın bir yönü ve aynı zamanda da, geleneğin, boş inancın, göreneğin ve gücün üzerine dayandırıldığı göz önüne alınarak, söylemiş ve düşünülmüş her şeye yönelik kuşku taşımaktı.

«Akıl cesaret ister» ve «insan her şeyden kuşku duymalı» ilkeleri; «hayır» diyebilme kapasitesine izin veren ve güçlendiren davranışın tipik özelliğidir. Adolf Eichmann olayı bu durum için bir simgedir ve onu suçlayanların Kudüs mahkemesinde söylediklerinden daha büyük bir önemi vardır. Eichmann örgüt adamı, yabancılaşmış bürokrat olgusunun simgesidir. Bu insanlar için kadın, erkek ve çocuklar, yalnızca birer sayıdır. Eichmann hepimizin simgesidir. Kendimizi Eichmannda görebiliriz. Ama en korkuncu, bütün itiraflarından sonra hâlâ kendi masumluğuna yönelik mutlak inancıydı. Açıktır ki, aynı durumda olsa gene aynı şeyleri yapardı. Ve elbette bizler de yapardık, yapıyoruz da. örgüt adamı itaatsizlik yetisini kaybetmiştir ve itaat ettiğinin bile farkında değildir. Bu noktada, kuşku, eleştiri ve itaatsizlik kapasitesi insanoğlunun geleceği ile uygarlığın sonu arasında durmaktadır.

Erich Fromm