.: Tarihi tarihçiler yazmaz…

Bizde tarih olaylar, olgular yığını olarak anlatılır. Geçmişte yaşanmış olayların, olguların aktırılması büyük tarihçi olmaya yetiyor. İşin içine birazda magazin eklediğinizde tarih bilgisiyle yanına yaklaşılması mümkün olmayan bir tarihçi kimliği yaratılmış olunuyor.

İlber Ortaylı bunun en tipik örneğidir.

Tarihten başka her konuda konuşan Ortaylı, onu bunu azarlayarak kendince ününe ün katmaya çalışırken, egemenlere laf söylemekten çekiniyor. Bu günün egemenlerinin tarih konusundaki cahilliklerine göz yumuyor. İktidarın Abdülhamit hayranlığını bildiğinden, bu despotu eleştirmekten korkuyor. Tanzimat ile başlayan, Abdülhamit döneminde artık giderek kimliğini bulan aydınlanmacıların ve aydınlanma hareketinin yanında saf tutmaktan kaçıyor. Bir burjuva aydını olarak, Türk ulusal burjuvazinin tarih sahnesine politik bir aktör olarak çıkışına sahip çıkamıyor. Korkuyor. Kendi tarihine ihanet ediyor. Bir tarihçi olarak kendi tarihine sahip çıkamayanların, Anadolu’nun köylülerine, işçilerine, ezilen halklarına sahip çıkması, bilimsel dürüstlük içinde sözünü söylemesi, kalemini kullanması elbette beklenmez.

Bir tarihçinin çok dil bilmesi, arşiv taraması yapması önemlidir. Belgeleri ilk elden okumanın önemi yadsınmaz. Ancak bu tek başına yeterli bir özelik değildir. Okuduğunun ardındaki iktisadi, sosyal gerçekliği önce görmesi, sonra onu korkmadan açığa çıkarmasıyla büyük tarihçi olunur.

Bizde tarihçiler tarihi kendi ideolojik görüşlerine, durdukları yere, korkularına göre yeniden yazarlar. Oysa tarihi tarihçiler değil, sınıf savaşımları yazar… Marx ve Engels Komünist Manifesto da; “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir” tespitiyle onu olması gereken bilimsel bir düzleme çekiyorlardı. Bu tespitinden hareketle bize anlatılan Osmanlı tarihinin ezenlerin, egemenlerin tarihi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Saraydaki bütün taht kavgalarını, haremdeki entrikaları anlatan büyük tarihçiler, halkın nasıl yaşadığını, ne ürettiğini, nasıl ürettiğini hiç anlatmazlar. Halkın gündelik hayatı hakkında nerdeyse hiç bilgi vermeyen bu tarihçiler, 600 yıllık Osmanlı hanedanın/ailesinin bütün tarihini ezberden bize anlatırlar.

Bütün bunlar yetmezmiş gibi; Osmanlı döneminde gerçekleşen isyanlar, halkın direnişi bize “çapulcu ayaklanması” “hain kalkışmalar” olarak anlatılır. Halkın çok büyük bir kesiminin saraya ve onun köylülük üzerindeki baskılarına karşı ayaklanması, devlete karşı ihanet içinde olan çapulcuların isyanları olarak, bu tarihçiler tarafından yıllarca yazıldı çizildi.

Bir dizi isyandan oluşan Celali İsyanına katılmayan Anadolu köylüsü yok gibidir. Celali İsyanları gibi, Anadolu’nun hemen hemen her bölgesinde değişik dönemlerde baş gösteren isyanlar hep kanla bastırılmıştır.

Bu isyanlarda ayaklanan öldürülen çapulcular/köylüler, bugünün yoksullarının, köylülerinin, işçilerinin dedelerinden, atalarından başkaları değildi.

Ancak ne acıdır ki; bu gün, büyük bir kesim, bu tarihçilerin çarpıtmaları sonucu, Osmanlı için kul, hata bazen köle olarak görülen dedelerini kılıçtan geçiren Osmanlıyı ataları, dedelerini, yani gerçek atalarını, çapulcu hain görebiliyorlar. Halkın büyük bir kesimi, bu son derece ironik yabancılaşmanın içindeyse, bunu, bu büyük anlı şanlı tarihçilerin çarpıtmasına borçluyuz.

Tarihi söylencelerle süsleyen tarihçiler, sorgulamayı hep dışarıda bırakmaya çalışmışlardır. Çokta uzak bir tarih olmadığı halde İstanbul’un fethi üzerine bildiklerimiz genellikle söylencelerden oluşuyor. Örneğin gemilerin karadan Haliç’e indirilmesinin nedeni olarak, şimdiki Galata Köprüsünün olduğu yere kalın bir zincirin çekilmiş olması olarak anlatılır.

Bu zinciri kırmak/kesmek gemileri karadan yürütmekten daha mı zordur sorusunu soramazsınız. Daha önemlisi zincirin şimdiki Eminönü tarafında Bizans’ın tutuğunu kabul etsek bile Karaköy’de kimler tutuyordu zinciri diye sormayı akıl etmemiz istenmez. Çünkü bu türden sorular sormaya başladığınızda yazılmış bütün tarih çöker, o büyük tarihçiler altında kalır.
 
Hasan KAYA
20 Eylül 2016 Salı