Zamanın vurduğu anlamlar…

Günler sonra olan buydu. Masada sessizlik vardı. Kuru ayaz bir sessizlik ve garsonun getirip bıraktığı iki fincan kahve. Peçetelik, tuzluk, metal bir küllük biz masaya oturduğumuzda zaten masadaydılar.

Sandalyeleri çektik, karşılıklı oturuyorduk, ben dinleyecektim, o anlatacaktı. Öyle karar almıştım. “Nasılsın” diye sorduğunda, “Çok iyiyim” diyeceğimi biliyordu zaten. Bir kapı aralamak istiyordu. Lafa girecek, uzatacak bir söz dizimi…

Dedim ya ben dinleyecektim, öyle karar almıştım. “Çok iyiyim” demek dışında bir şey demedim. “Nasılsın” diye de sormadım. Bir şey olmamış gibi yapmanın bu kadarı oluyordu.

Daha fazlasını yapmak ne içimden geliyordu, ne de elimden. Öyle durup baktım yüzüne. Yüzünün bildiğim coğrafyasında gezdim. Gözlerini aradım, masadaydı.

İçtiği kaçıncı sigaraydı bilmiyorum, birini söndürüp diğerini yakıyordu.

Masadaki kahveler bir yudum almadan soğuyordu. Benim umurumda değildi kahve, o da, çok meraklısı, seveni değildi böyle kahvenin. Varsa yoksa az şekerli Türk kahvesi olacak onun için.

Şimdi masadaki kahveler, o bildik söz diziminde olduğu kadar bahaneydi.

Kahvenin acısı soğuyordu.

Ya bu içimdeki acı nasıl soğuyacaktı?

Hep böyle olur; insana emek verdiği bir şeyleri kaybetmek ağır gelir, acıtır. Çünkü kolay değildir kabul etmesi, bırakıp gitmesi. Bir yerinden tutsam, kurtarım sanır insan.

Hayat, kendini isteklerimizle sınırlamaz. İsteklerimize asla boyun eğmez. O bildik akışını sürdürür, yeni baş kaldırmaya görsün eski tası tarağı toplar yıkılır gider. Ve şimdi imkânsızı istemek gibiydi el uzatmak. Çünkü tutacak bir yeri, kurtarılacak bir dalı kalmamıştı, o her neydiyse…

Zaman, her şeyi kendi anlamı ile vuruyor. Eskiye eski, yeniye yeni diyor. Lafı dolandırmadan, bitti ise bitti diyor.

Ve bitti.

Hasan KAYA
26 Kasım 2013 Salı