Ağlamak ayıp değildir hiçbir dilde…

Gece hep buradan başlıyordu, sessizliğine çekilmeye. Şehirler susuyor, yollar tenha yalnızlığında kayboluyordu. Deniz burada petrol mavisinde susuyor, dağlar uzak ürküten bir karanlık oluyordu.

Ben buradan başladım kahreden bir sessizlik içinde, gölgemin ardına düşüp yürümeye. Pencerelerde perdeler, kapılarda sürgüler, el ayak çekilir çekilmez susan evlerin sokağa bakan kirli yüzüne vurmadan utancını susmayı burada öğrendim.

Şehrin varoşlarına uzanan bir yokuşun başında (merdivenden hemen sonra,) çatı katı, yaşlı bir anne, dünyaya küs çiçeği büyüten bir kız, kısa dalgada kadim bir halkın tutuğu yası anlatan bir konçerto. Kemanlar karanlık bir gecenin, kül beyazına döndüğü anı anlatırken, yer gök bir oluyor. Karalar içinde bir gelin ağlıyor, gelen geceye.

Çocuklar, çoktan düşmüşlerdi yollara. Uzak iklimlere sürgün bir çiçeğin solgun duruşundan anı kurtarıp, türküler söylüyorlardı yollara.

Yollar zordu, yollar çetin. Denize kadar dönüşü yoktu hiçbir yolun.

Çınar gülüşlü bir oğlan, bir koşu rüzgârı geçip, kapıları çaldı birer birer. Dalları kırılmış zeytin yeşili sokakları geride bırakıp, denize vardı toz içinde.

Bıraksalar denizler geçecekti.

Biliyorum ağlamak ayıp değildi hiçbir dilde çocuklara. Üstelik mevsimiydi, nergis kokuyordu elleri. Anlatacak ne çok şeyi vardı o ellerin, uzanıp bir tutan çıksaydı.

Ben yaşlı bir balıkçıdan dinledim. Uzatıp gösterdiği namuslu ellerinde deniz çatlağı, ellerinde mavi yeşil tuz kokusu. Gidenler dönmüyordu bir daha. Acı, arkalarından yazılan şiirlerde dilsiz eğilen bir imgeydi.

İnsan ne sevişebilir ne de sevebilirdi gecenin başladığı yerden. Çünkü orada, sevinçlerimiz renksizdi, düşlerimiz sesini kaybetmiş dilsizdi.

Sevgi ile akmıyorsa bir nehir, geçerken gecenin içinden, bölebilirdi bir ülkeyi bir baştan ötekine…

Hasan KAYA
14 Ocak 2019 Pazartesi