Aldatılmışlığın ağır yükü…

Kandırıldığınızı anladığınız gün dünyanız yıkılır. Bu özelikle çok güvendiğiniz kişiler/kurumlar tarafından yapılmışsa o zaman bir kez daha yıkılırız…

Aldatılmışlığın ağır duygusal yükü altında; ondan sonra o kişi/kurum ağzı ile kuş tutsa da nafile. Her söylediğine şüphe ile bakarız. En azından kendinizce test eder doğrulama gereği duyarız.

En kötüsü o güne kadar bildiklerinizi sorgular, inandıklarınızı bir daha gözden geçirmeye başlarız.

Kandırıldığınızı anladığınızda yollarınızı ayırır araya mesafeler koyarız. O yolları birleştiren, ne kadar köprü varsa yıkarız. Bu yıllar içinde harcadığınız emeğe hayıflanarak ondan vazgeçmektir de… Kolay değildir biliyorum. Ama yapılır, yapılmalı da…

Bu yaşa geldim yollarımı ayırdıklarım, yollarına bir daha çıkmadıklarım oldu. Devlet de bu yollarımızın bir daha kesişmediği kurumalardan biri…  Devlet ve resmi politikalarla aramın açılması çocukluk yıllarıma kadar uzanır. Şimdi bu satırları yazarken o ayrılık gününü tüm ayrıntıları ile anımsadığıma şaşırıyorum.

Orta Okul yılları, dersimiz tarih…

Neden gerekti, nasıl oraya gelindi bilmiyorum ama sıralar arasında dolaşan öğretmenimiz.

Bütün dünyanın, yani  “yedi cihanın” Türklere düşmanlığını, gözünün Türkiye’de oluşunu anlatıyordu. Şanlı geçmişimiz, büyük devlet ve millet oluşumuz geçildi, sıra düşmanlıkların dayandığı asılsız yalanlara geldi…

O yalanlardan biri de Ermenilerin kiliselerini ahır yaptığımızdı; “Yalan” diyip sesini hepten yükseltip bağırıyordu. “Yok, böyle bir şey”  derken yükselen sesine hâkim olamıyordu artık.

Bu kadar kızmasına bir türlü anlam veremiyordum. Üstelik söylenenler yalan da değildi…

Birden bana dönüp “Evet” diyince parmak kaldırdığımın farkına vardım. Bir an ne diyeceğimi anımsaya çalıştım. Yavaş devinimlerle yerimden kalkıp söze başlayacaktım ki; sabırsızlıkla bir an önce diyeceğimi dememi beklemesi beni telaşlandırdı.

Duyulur duyulmaz bir sesle; “Ama söylenenler yalan değil hocam” diyebildim. Bıraksaydı başka bir şey daha der miydim bilmiyorum. Ama sınıfta çınlayan, karatahtaya çarpıp bize dönen sesi karanlık bir bulut gibi sınıfın üzerine düştü. Kızılca kıyametler koptu.

Hangi ara söze girdim bilmiyorum. “Bizim köydeki evimizin ahırı eski bir kilise” diyebildim duyulduğundan hala emin olmadığım bir sesle…

Zil ne zaman çaldı, hoca ne zaman kapıyı çarptı gitti anlamadık. Sonra, yıllarca o hocamla aramız bir türlü düzelmedi, yıldızımız küs kaldı…

Onun benimle benimde onunla aramın bozulması ile sınırlı kalmadı o ders.

Aldatıldığımızı düşüyordum ve ben artık bize öğretilen tarihe inanmıyordum. Daha da önemlisi, devlet ve resmi politikalar ile aramdaki köprüleri yıktığım günde aynı gündür.

Tamiri hiçbir zaman mümkün olmayan bu kandırılmışlık duygusu yıllar içinde yaşadıklarım, öğrendiklerimle giderek pekişti…

Yakın tarihimizi birçok yaşanmışlığı hiç de gereği olmadığı halde; olduğundan çok farklı gösterilmeye ve öğretilmeye çalışılıyor. Bir tek mermi atılmadan kazanılan savaşlar, kahramanlıklar, ateş olmayan yerden çıkan dumanla isyan bastırmalara gitmeler. Kıyımlar, işkenceler…

Şimdilerde başı sıkışan siyasinin “Bu meseleyi tarihçilere bırakalım” demesini “biz kıvıramıyoruz, altından çıkamıyoruz tarihçilere bırakalım, onlar nasılsa bir yolunu bulur ters yüz ederler” demeye geldiğini düşünüyorum…

Ancak ne acıdır ki; kimi tarihçiler bu işe gönüllü soyunurlar. Siyasilerin sebep olduğu ve onlardan başka kimsenin günahı olmayan birçok acı olay, tarihçinin kaleminin ağır milliyetçi söylemiyle halkların sırtına yıkılır suça ortak edilir.

Halkların bir birine düşmanlığından kazanan yine egemenler olurken; bu düşmanlıktan en büyük kayıp ile çıkanlar; onurlarını yitiren siyasiler ve tarihçilerindir…

Hasan KAYA
25 Aralık 2011 Pazar