Anti-Semitizm… – Gün Zileli

[columns ]
[column size=”1/1″]İsrail devletinin Filistin halkına son zalimce saldırısı elbette devletlerin değilse de dünya halklarının tepkisini çekti, protestolarına yol açtı. Fakat bu arada, Yahudilerle İsrail devletini özdeşleştiren ırkçı, Yahudi düşmanı ve antisemitist duygularda da bir kabarma gözlendi. Daha doğrusu, İsrail devletinin saldırganlığını fırsat bilen dinci ve ırkçı çevreler, devletin ve AKP iktidarının “gizli” desteğiyle anti-Semitizmi körüklemeye giriştiler.

Türkiye’de anti-Semitizmin açık savunucuları her zaman dinciler, aşırı sağcılar ve ırkçılar olmuştur. Elbette devletin “çaktırmadan” arka çıkmasıyla. Son yıllarda bunlara, “Sabetayizmin teşhiri” üzerinden ulusalcı bir kesim de eklemlenmiştir. Hatta bu konuda kitap yazanlar, soyadı araştırmalarına girişenler bile oldu. Gerçi bu ulusalcı kesim, belki de son beş yılda AKP iktidarı tarafından belli ölçülerde hırpalandığından bu “Sabetayizm” meselesini şimdilik bir kenara bırakmış gibi görünüyor ama dinci ve ırkçı sağ kesimler, geleneksel anti-Semitizmlerine aynı hızla devam ediyorlar ve son dönemdeki ırkçı saldırganlığın başını da bunlar çekiyor.

Örneğin AKP milletvekili Şamil Tayyar, “Soyunuz kurusun, Hitleriniz eksik olmasın” diye bir twit atarak bu konuda başı çekenlerden biri oldu. Dinci Akit gazetesi ise ortasında Hitler’in resminin yer aldığı bulmacasında şifreli bir şekilde “seni arıyoruz” mesajını verdi (http://www.diken.com.tr/dikene-takilanlar/yeni-akitten-hitler-gondermeli-irkci-bulmaca-seni-ariyoruz/). Öte yandan, “Yahudi mallarını boykot” adı altında bir kampanya başlatan sağcı-dinci bazı çevreler, bu “Yahudi mallarının” içine, Türkiyeli Yahudi yazar Mario Levi’nin romanlarını da kattılar. Mario Levi’nin romanlarının tek bir satırını okumadıklarına, okusalar da anlamayacaklarına emin olduğum bu dinci-ırkçılar, muhtemelen Mario Levi’nin sırf isminden hareket etmişlerdir ve bu yazarın kimliği hakkında hiçbir bilgiye sahip değildirler. Mario Levi’nin, İsrail devletinin saldırganlığına karşı olduğunu eskaza öğrenmiş olsalardı da aynı tutumu alırlar mıydı? Bence alırlardı. Bir kere öğrenmenin başta gelen şartı önyargısız bir kafa yapısına sahip olmaktır. İkincisi, diyelim ki bunu bir yerde duydular, üzerinde iki dakika kadar düşündüler. Yine bu kararı alırlardı. Çünkü onların niyeti sadece “bağcı”yı dövmektir.

Anti-Semitizm, son yüzyılların en reaksiyoner ve aynı zamanda en direngen ideolojisi olarak kayda geçmeyi hak ediyor. Bunun nedeni, bu ideolojinin, bir ideoloji olmanın ötesinde verimli bir kültürel toprağa sahip olmasıdır. Yahudilerle iç içe yaşayan ya da onlarla en azından komşu olan halkların neredeyse genlerine işlemiş dinsel önyargılar, batıl inançlar, ulusal kompleksler, bağnaz inançlar, ırkçı korku ve endişeler gübreliğinden beslenen anti-Semitizm, aynı zamanda devletlerin gizli (el altından) ya da açık desteğinden de güç alır. Genelde sağcı bir ideolojik ortamda kuluçkaya yatan anti-Semitizm, tarihte belli dönemlerde sol kesimlerde ve devrimci halk ayaklanmalarında bile kendisi için elverişli ortamlar bulabilmiştir.

20. Yüzyılın başlarından yola çıkarak dünyada ve Türkiye’de şöyle küçük bir tur attığımız zaman anti-Semitizmin, kitleleri ve hatta devrimci isyancıları bile nasıl kolayca motive ettiğini görmemiz mümkündür; aynı zamanda tabii, faşist devletler tarafından doğrudan ve açıkça devlet siyaseti olarak ilan edilen anti-Semitizmin, lafta en “anti-faşist” devletlerde de bazı zamanlarda neredeyse açıkça resmi bir siyaset haline gelebildiğini görmek de. Ben bu yazıda, sadece bana ilginç gelen, hatta biraz da Hitler’in Holokostu yüzünden gizli kalmış ya da kenarda köşede kendini görünmez kılmış anti-Semitizm eğilimleri ve kampanyaları üzerinde duracağım. Bilinenleri tekrarlamaktansa bilinmeyenleri ya da örtbas edilenleri su yüzüne çıkarmak, yazının girişinde en belirgin örneklerini verdiğim açık anti-Semitizmlerdense, kendini gizlemeye çalışan ya da maskeli anti-Semitizmlere işaret etmek bana daha yararlıymış gibi geliyor.

Kronstadt’la başlarsam, pür bir anarşizm tarihi görmeye pek hevesli genç anarşist arkadaşlarımın biraz canını sıkacağımı biliyorum ama bu örnek, anti-Semitizmin en devrimci halk isyanlarında bile ortaya çıkabildiğini göstermesi bakımından çok öğretici olduğundan, üstünden atlamayı doğru bulmuyorum. Sözü, Kronstadt isyanını, objektif ama aynı zamanda isyancılardan yana bir perspektifle ele alan Rus kökenli Amerikalı tarihçi Paul Avrich’e bırakıyorum:

“İsyancılar, anti-Semitik bir önyargı içinde olduklarını bir solukta inkâr etseler de, çoğu, Rusya’daki anti-Semitizmle zehirlenmiş klasik bölgeler olan Ukrayna’dan ve batının sınır bölgelerinden gelen Baltık bahriyelileri arasında Yahudi karşıtı duyguların bir hayli yoğun olduğuna kuşku yoktur. Köylü ve işçi kökene sahip bu insanlar için Yahudiler zorluk ve bunalım dönemlerinin değişmez günah keçisiydiler. Ayrıca, geleneksel nativizm (yabancıları dışlayan yerlicilik, ç.n.) onlarda, aralarında yaşayan ‘yabancılara” karşı güvensizlik doğurmuştu ve devrimin toprak sahiplerini ve kapitalistleri tasfiye etmesinden sonra onların düşmanlık duyguları biri diğerini akla getiren Komünistlere ve Yahudilere yönelmişti… Bahriyeliler, yalnızca İç Savaş sırasında Beyazlar tarafından ortaya sürülen anti-Semitik propaganda furyasının etkisiyle değil, aynı zamanda bir Yahudi komplosuyla Komünizmin bağlantısını kurma çabasıyla Troçki ve Zinovyev’in Yahudi kökenlerini vurgulamaya önem vermişlerdi.” (Paul Avrich, Kronstadt 1921, çev: Gün Zileli, Versus, 2006)

“O akşam bir Bolşevik birliği beyaz bayrak taşıyarak güneyden Kronstadt’a yaklaştı, Geçici ihtilalci Komitenin iki üyesi Vershinin ve Kupolov at sırtında onları karşılamaya çıktı. Bolşevik birliğin içinde bulunan bir kursant’ın [Partiye sıkı sıkıya bağlı Harbokulu öğrencileri, G.Z.] anlattığına göre, Sevastopol’dan bir denizci olan Vershinin bağırarak, Yahudi ve Komünist zalimlere karşı ortak eylemde bulunmayı talep etmiş ve özgür Sovyetlerinoluşması için gerçek bir ihtilalci otoritenin seçilmesi çağrısında bulunmuştur. Sonuçta Vershinin olay yerinde ele geçirilmiş, Kupolov ise dörtnala kaçarak kurtulmayı başarmıştır.” (agy, s. 142)

İşin acı yanı, Kronstadt isyanında görüldüğü gibi, anti-Semitizmin, en haklı bir davanın savunucuları içinde bile zemin bulabilmesi, kafaları bulandırabilmesidir. Bugün de nice emekçinin, Filistin halkına omuz vermek isterken Yahudi düşmanlığına kayabildiğini, anti-Semitizmin böyle mümbit bir ortamdan beslendiğini görmüyor muyuz?

Pek kenarda köşede kalmış bir anti-Semitizm örneği olmasa da, Stalin’in, aşağı yukarı 2. Dünya Savaşı’nın bitiminden az sonra başlayıp ölümüne kadar sürdürülen büyük anti-Semitist kampanyanın üzerinde de durmamız gerekmektedir.

SSCB, başlangıçta, yani henüz batılılarla müttefik ve Soğuk Savaş başlamamış iken İsrail devletinin kurulmasını destekleyen başlıca güç durumundaydı. Hatta binlerce Sovyet Yahudisine, Filistinlilerin sürülmesiyle kurulan İsrail devletine destek vermeleri için Filistin’e göç iznini veren de bizzat Stalin’dir; keza 1948 yılındaki İsrail-Arap savaşı sırasında SSCB, Çekoslovakya aracılığıyla İsrail devletine silah yardımında bulunmuştur.

Fakat aynı yılın sonlarına doğru hava değişmeye başladı. Batılı devletlerle aranın soğumaya başladığı bir ortamda İsrail devletinin, SSCB’nin değil, batılıların safında yer alacağını hisseden Stalin, Sovyet Yahudilerinin İsrail’e, dolayısıyla batıya “casusluk” yapabileceği paranoyasına kapılmaya başladı. İsrail Büyükelçisi Golde Meir’in Moskova’ya gelişi sırasında Yahudilerin ona gösterdiği sevgi de Stalin’in bu paranoyasını körükledi. 1948 yılından itibaren anti-Semitizm SSCB’nin neredeyse resmi politikası; artık MGB adını almış gizli istihbarat örgütü NKVD’nin başlıca uğraşı haline geldi.

Stalin devletinin Yahudi önde gelenlerine karşı ilk açık komplosu ve cinayeti, 1942 yılında bizzat kurdurduğu Anti-Faşist Komite’nin önde gelen ismi Solomon Mikhoels’i öldürtmek oldu. MGB ajanları Mikhoels’i daçasından alarak infaz ettiler. Ancak onun ölümü, Minsk’te meydana geldiği duyurulan sözde bir trafik kazası olarak açıklandı. Aşağı yukarı aynı zamanlarda Anti-Faşist Komite’nin yöneticileri ve önde gelenleri tutuklandı ve idam edildi. Bunların arasında, geçmişte Komintern’de önemli görevler yürütmüş ve yıllarca Profintern’in (Kızıl Sendikalar Enternasyonali) Genel Sekreterliğini yapmış, 1940’lı yıllara kadar yaşayabilmiş nadir eski Bolşeviklerden Solomon Lozovsky de bulunuyordu.

Stalin, 1952 yılında SSCB’deki, aralarında Peretz Markish, David Bergelson ve Itzik Fefer’in de bulunduğu 13 Yidiş yazarı idam ettirdi. 1953 yılındaki, Yahudi doktorlor komplosu ise, Stalin’in aynı yılın Mart ayında ölmesiyle akim kaldı.

Stalin, bütün bu tutuklama ve infazları yürürlüğe koyarken toplumun derinliklerinde yaşamaya devam eden anti-Semitizmi körüklemekten bir an için bile geri kalmadı ve Yahudilerin bütün kültür kurumlarını kapatıp, bu kurumların sorumlularını şiddetle cezalandırdı.

Bu anti-Semitizm dalgası, Sovyetler Birliği ile de kısıtlı kalmadı. 1952 yılında Çekoslovakya’ya kadar uzandı. Çekoslovakya Komünist Partisi’nin o zamanki genel sekreteri Rudolf Slansky ve ÇeKP’nin önde gelen 13 yöneticisi, Sovyet ve Çek istihbarat örgütlerinin işbirliğiyle tutuklandı ve “Troçkistlikle”, ayrıca Yugoslav ve Siyonist ajanı olmakla suçlandı. Asılarak idam edilen 11′inin Yahudi olması kesinlikle bir tesadüf olarak değerlendirilemez. Bu yargılama, ölümden son anda kurtulan Arthur London’un İtiraf (çev: Mithat Perin, Kervan Yayınları) kitabında ayrıntıları ile anlatılır. aynı kitaptan, Jorge Semprun’un senaryolaştırdığı The Confession (L’aveu) filmi (1970), Costa Gavras tarafından beyaz bepdeye aktarılmıştır.

1930’lu yıllarda, yani M. Kemal Atatürk sağken ve Cumhurbaşkanıyken Türkiye’de, aşağı yukarı devlet himayesinden yararlandığı kesin olan bir başka anti-Semitizm dalgasından da söz etmemiz gerekiyor. Çünkü, “milli şef” dönemindeki Nazilerle işbirliği eğilimine değinilir ama “Ebedi Şef” dönemindeki bu devlet korumalı anti-Semitizm olayından pek söz edilmez: Trakya’da, 1934 yılında devlet himayesinde sahneye konan Yahudi düşmanı kampanya ve bu kampanyanın sonucunda Trakya’nın Yahudi nüfustan arındırılması.

Bu olay Türkiye’de çok fazla bilinmez, bilinse de pek seslendirilmez. Neyse ki bu konuyu bir kitapla ele alan Rıfat N. Bali sayesinde artık Yahudiler üzerinde uygulanan bu “küçük çaplı” zorunlu göçün (tehcir) hikâyesini biliyoruz. Bali’nin 1934 Trakya Olayları (Libra Yayınları) kitabı olup bitenleri ayrıntısıyla ortaya koymaktadır. Vikipedia’da ise 1934 Trakya olayları özetle şöyle anlatılmaktadır (cümlelerin mantık sırasını biraz değiştirerek alıntılıyorum):

“İki dünya savaşı arasında dünyada demokrasi gerilemiş, 1920’lerde 35 anayasal ve seçilmiş hükümet varken bu sayı 1938’de 17’ye kadar düşmüştür. Özellikle Avrupa’daki bu gidişattan Türkiye de etkilenmiştir. 19 Şubat 1934 tarihli bir kararname ile Edirne, Kırklareli, Tekirdağ ve Çanakkale mıntıkalarını içine alan Trakya Umumi Müfettişliği adıyla ikinci bir müfettişlik kurulmuş, başına da 1925 yılında yaşanan Şeyh Sait İsyanı’ndan sonra 1927’de Doğu Anadolu’da Birinci Umumi Müfettişliği görevini beş yıl süreyle yürüten İbrahim Tali Öngören getirilmişti…

“14 Haziran tarihinde 2510 Sayılı İskân Kanunu mecliste kabul edildi. Kanun ‘Tek dille konuşan, bir düşünen, aynı hissi taşıyan bir memleket’ yaratmak amacıyla ülkeyi ‘Türk kültürlü nüfusun yoğunlaşması istenen mıntıkalar’, ‘Türk kültürüne temsili istenilen nüfusun nakil ve iskânına ayrılan mıntıkalar’, ‘Yer, sıhhat, iktisat, kültür, siyaset, askerlik ve inzibat sebepleri ile boşaltılması istenilen, iskân ve ikamete yasak mıntıkalar’a ayırmıştır. Kanunun 9. maddesi ise İçişleri Bakanlığı’na ‘casuslukları sezilenleri sınır boylarından uzaklaştırmak’ yetkisi vermişti. Yahudi cemaatinin önde gelen üyelerine ölüm tehditleri içeren mektuplar gelmeye ve halkı Yahudi tüccarları boykot etmeye davet eden bildiriler dağıtıldı… ‘Hükümet ve İsmet Paşa bütün Trakya Yahudilerinin İstanbul’a sürgünlerini istiyorlar’ dendi.

“Nihal Atsız’ın Orhun, Cevat Rıfat Atilhan’ın ise Milli İnkılap dergisinde Yahudilere karşı ırkçı yazılar [yayınlanmaya başladı].

“İlk olaylar 21 Haziran 1934’de Çanakkale’de başladı. Çanakkale’de Yahudilere yapılan ekonomik boykot… fiziki saldırılara dönüştü. Yağma, dayak, ırza geçme, imzasız tehdit mektupları gönderme olayları oldu. Kırklareli’nin valisi bu sırada tatildeydi ve Çanakkale’de olanların aynısı bu şehirde de oldu. Kırklareli’den kaçan Yahudilerin bir kısmı Edirne’ye varınca olayın ciddiyetini anlayan Edirneli Yahudiler de mallarını mülklerini bırakıp İstanbul’a kaçtılar. Edirne, Tekirdağ, Kırklareli, Çanakkale, Uzunköprü, Silivri, Babaeski, Lüleburgaz, Çorlu ve Lapseki’de olayların aynı gün içinde başlaması bu işin birkaç [kişinin] işi olmadığı[nı gösteri]yordu.

“Bu olaylardan sonra Trakya’daki Yahudi nüfusu azaldı, çoğunluğu İstanbul’a ve bir kısmı da yurtdışına kaçtı. Kesin rakam belli olmamakla birlikte Trakya’dan ayrılan Yahudilerin sayısının 13.000 ile 15.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Varlık Vergisi ve 21 Kur’a İhtiyatları (Müslüman olmayan[ların] İkinci Dünya Savaşı’nda askere alınması ile ilgili bir uygulama) meselesi gibi diğer olaylar, Yahudi azınlığın hayatını daha da zorlaştırmıştı. Özellikle İsrail devletinin resmen kurulmasından sonra Türkiye’deki Yahudilerin nüfusunda ciddi düşüşler olmuştur.”

Görüldüğü gibi, Trakya olaylarının ardında da “devlet aklı” bulunmaktadır ve o zaman da Türkiye Cumhuriyeti’nin Nazilerden kaçan Yahudilere kucak açtığı tam bir palavradır. Türkiye Cumhuriyeti, sadece yararlanacağını düşündüğü Yahudi akademisyenleri istihdam etmiş ve 1941 yılında görüldüğü gibi, Nazilerden kaçıp Türkiye’ye sığınmak isteyen Yahudilerin bulunduğu Struma gemisini açık denize salıp batırılmasına yol açarak çoluk çocuğu (İshak Alaton’un açıklamasıyla 769 Musevi, bkz: Radikal, 24.2.2012) denizin dibine yollamakta bir an bile duraksamamıştır.

Devletler, göz diktikleri alanlara genellikle önce, orada yaşayan halkları yerinden edecek anti-propagandayla girmişlerdir. Son kalan Musevilerimize sahip çıkmak istiyorsak her türlü anti-Semitist propagandaya karşı çıkmalıyız. Sürgün edilmiş Filistin halkının haklı davasının haksız yeni sürgün komplolarına alet edilmemesi için de.

Gün Zileli

30 Temmuz 2014

Mesele dergisinin Ağustos 2014 tarihli 92. sayısında yayınlanmıştır.
[/column]
[/columns]