.: Avuçlarımda bir top yangın gezdiriyorum

11aÇaylarımız ince belli bardaklarda soğuyordu. Yüzünde kırgın, kendine kızgın bir hüzün, bardağını göz hizasına kadar kaldırıyor. “Hocam bu yine soğudu. Sana bir sıcak çay içiremedim” diyor. “Olsun” dememe fırsat vermeden demlikleri kapıp mutfağa gidiyor Nurhan.

1 Temmuz 1993,  dört arkadaş o gün Pir Sultan Abdal şenlikleri açılışına gittiklerini anlatıyorlar. Ben de aralarına katılıyorum. Yanında oturduğum Mehmet, bundan birkaç yıl önce Madımak Oteli önünde yakama yapışıp “Neden bir şey yapmıyorsunuz hâlâ” diye hesap sorandı. Genelde az konuşuyor, gözlerinin içi hep gülümsüyor. Onun yanında yerinde duramayan Nurhan. Durmadan bir şeyler anlatıyor Mehmet’e, ondan cevap alamayınca diğer yanındaki kız arkadaşına dönüyor. Ayşe sahneyi gösteriyor “Programı izle” der gibi. Feyza koltuğuna gömülmüş programı izlerken, bir yandan da saçları ile oynuyor. Eline geçirdiği bir tutam saçı işaret parmağına sarıp lüle yaparak salıyor.

Küçük bir şehrin yaşayabileceği bu heyecanın her anını yaşamak istiyorlar. İkinci günün akşamında yaşanacak acıyı unutarak zor bela bulduğumuz arka koltuklardaki yerimizde birlikte programı izliyoruz. Sahneye bir biri ardına gelen yazar ve sanatçıları dinleyip alkışlarla uğurluyoruz. Sivas Valisi kısa bir konuşma yaptıktan sonra, Aziz Nesin bütün etkinliğin en renkli simalarından biri olarak sahneye alkışlarla geldi.

Mikrofonlar ayarlandı boyuna göre, başladı konuşmaya. 600 yıl önceki Ali ile Muaviye arasındaki kavganın bu gün hala sürmesine inanamadığını anlattıktan sonra, Alevi sözcüğünün anlamını açıklamaya, Aleviliğe kendince bir yorum getirmeye çalıştı. Aleviliği bir din, mezhep olarak tanımlamanın doğru olmadığını anlatıyor. Bildiğimiz dinlerin hiç biri ile ilişkilendirmenin kolay olmadığını düşünen bizlere uzak gelmiyordu söyledikleri.

Ama birilerinin hoşuna gitmedi söyledikleri. Salonda homurdanmalar başladı ve giderek yükseliyordu tepki. İzleyenlerin tepkilerine aldırmadan lafı kendi dini duygularına ve dini nasıl algıladığına getirdi ve ardından o günlerin en tartışmalı söylemine getirdi sözü. “Türklerin yüzde 65’i aptal dedim diye kıyamet koptu, kızanlar beni mahkemeye verenler oldu. Ama şimdi dönüp bakıyorum. Ben az bile demişim. Türklerin yüzde 85’ı aptal.” Salon dalgalandı, orada burada ayağa kalkanlar oldu. Ama kimse sahneye yürümeye kalkmadan, görevliler tarafından herkes yerine oturtuldu.

Bir an için bu sevimli, dik kafalı yazarın dayak yiyeceğinden korktuk. Ama oturduğu yerden “Sen kendini ne sanıyorsun be” diye bağıranlar, homurdananlar, ayağa kalkıp sahneye yürümek isteyenlere bakınca sanki her dediğinde yerden göğe kadar haklıydı. Nurhan kedini tutamayarak “Aptalız işte” diyordu. Neyse ki sahneye hemen gelen Semah ekibi, müziğin ezgisi ile tansiyonu birden düşürmüştü. İlk kez bu kadar yetkin bir semah ekibi izliyorduk. Kızlı oğlanlı gencecikti ekip, genç turnalar kanat çırpıyor, yangınlara kendini atan yaşlı bir hüznü saklıyorlardı acılı bakışlarında.

Program oldukça yoğundu ve ben bu gençlerin arasına katılmaktan o kadar memnumdum ki, keyfime diyecek yoktu. “Sanat hiç bu kadar kalabalık ziyarete gelmemişti bizi” diyordu Mehmet. Ama ben takılı kalmıştım genç semahçıların yüzündeki yangınlara koşan hüzne. Belki bir gün sora onları bekleyen yangını bildiğimdendi. Ama yok, birlikte olduğum gençler de bunu konuşuyorlardı. Nurhan, semah dönen gençlerin, içinde bir ateş yaktıklarından söz ediyordu.

Akşamüzeri Şifahiye medresesinde bir dolu yazar, sanatçı imza veriyorlardı, biz de oradaydık. Asım Bezirci çağırdı yanına bizleri, oturmamızı istedi, gençlerin duyarlılığını takdir etti, okumanın güzelliğinden, dünyayı da yaşamı da nasıl güzelleştireceğinden bahsetti. Birlikte olduğum geçlerin yanında ben de gençten sayılıyordum. Feyza kendileri için hazırlanan ateşi bilmeyerek, Timur’un (Timurlenk) oturduğumuz medresenin çinilerini nasıl yaktığını anlattı. Bu şehrin güzelliklerinin, ışıltılarının gözlere, özellikle de atların gözlerine zarar verdiğini anlatan ise Mehmet’ti. Nereden bilirdik binlerce insanın at gözlüklerinden kurtulamadığını ve bu gelen güzel insanların ışıltılarına katlanamadığını.

Hep birlikte Metin Altıok’un masasına gittik sonra, ama şairin kitabı yoktu yanımızda, ben uzaklardan gelmiştim, arkadaşlarım işten çıkıp gelmişlerdi. Kapı önündeki standa koştum her birimize bir kitap almak için. Yok. Kitap kalmamıştı, özür diledik şairden ayrıldık, aslında bize “kalın” demesini bekledik bir müddet, şiir konuşmak istiyordum ben. Ama o meşguldü, başka gençler sarmıştı etrafını. Üstelik onların ellerinde, imzalanmayı bekleyen kitapları vardı.

Akşam konser vardı spor salonunda. Bir birlerine bakıyorlar, sonra da dönüp bana. “Bana bakmayın” diyorum. “Siz nerede ben orada”

“Gidiyoruz” diyerek son sözü söyleyen Ayşe oluyor. Gülüyorlar, kol kola girip yürüyoruz. Ben ortada kalıyorum bu sefer. Sonra onlar evlerine dağılırken, ben şehrin sokaklarında buluşma saatine kadar avare dolanıyorum. Bir an kendimi Sivas Kongresinin yapıldığı binanın önünde buldum, valilik önünden geçip cumhuriyet meydanına çıktım. Şehri saran sessizlik peşime takılmış beni izliyordu. Selam vermek istediğim hiç kimse benle göz göze gelmek istemiyordu. Daha erkendi ama dükkânlar erkenden kepenklerini indirmeye başlamışlardı. Yollarda telaşlı adımlar, durup kalkan minibüs ve dolmuşlar, bir an önce evine varmak isteyen insanları alıyor ve yoluna devam ediyorlardı.

Saat 19.00 gibi spor salonunun önünde kararlaştırdığımız gibi buluştuk. Salonun önünde ve çevresinde şehrin tümüne hâkim olan havanın aksine canlı güler yüzlü bir bekleyiş hâkimdi. Çocuklar koşuyor oynuyor, salonun önünde giderek büyüyen kalabalık içeri girmenin bir yolunu arıyordu. Hasret’in ince parmaklarının değdiği sazın telinden ulaşan ezgiler, bizi içeri çağırıyordu. Ama çok önceden gelenlerle dolan solonda bize yer yoktu. Mecburen geri döndük. Geç gitmiş olmamıza kızıyorduk. Orada hemen ikinci günkü programı kaçırmama kararı aldık.

2 Temmuz sabahı bir kafeteryada buluştuk, ilk program Kültür Merkezi’nde olacaktı. Biz yola düştüğümüzde, dün evlerine kapanarak sokakları, yolları boşaltanların aksine yollar kalabalıktı. “Şehir normalleşiyor, anlamsız korkusunu yendi” diye düşünüyordum ben. Ama genç arkadaşlarım bu kalabalığı pek de olağan bulmamışlardı. Adını koyamadıkları bir telaş dolanıyordu adımlarına.

Kültür Merkezine vardığımızda ilk program çoktan başlamış, salon doluydu, içeriye giremeyince saat 14.00’deki Arif Sağ konserinde olabilme planları yapmaya başladık. Daha çok istasyon caddesi etrafında dolaşıyorduk. Birden olağanüstü bir hareketlilik başladı öğlen saatlerinde.

Kültür Merkezinin önünden zincirini kırmış uğultular geliyordu, tekbir sesleri, ne dendiği tam anlaşılmayan sloganlar ve mahalle aralarında sebze meyve satan araçların megafonundan geldiğini düşündüren “Gazanız mübarek olsun” diye bağıran yırtık bir ses yükseliyordu. Küçük alevler vardı yer yer. Yangın değildi ama ne yanıyordu çok ayrıtına varamıyorduk. Sonradan öğrenecektik, yaktıkları Pir Sultan anısına dikilen heykelin parçalarıymış. “Gaza” da bu heykele yapılan saldırıydı. Ama  savaş çığırtkanlığı yapan bu sesi tanıdı gençler. Çember sakallı Belediye Başkanından başkası değildi sesin sahibi.

İstasyon caddesinden yukarı doğru yürüdüğümüzde saat 16.30 sıralarıydı. Atatürk Caddesi doluydu. Kalabalıklar henüz meydana taşmamıştı, ne için bir araya geldiklerini anlamadığımız bu kalabalık giderek çoğalırken, valilik binası etrafına ise askerler dizilmişti. Belli ki valilik binasını korumaktı görevleri. İki gündür havada asılı duran korku giderek ete kemiğe bürünüyor ve askerler, polis, giderek çoğalan, büyüyen kalabalığı seyrediyordu. Valiliğe yürüyen kalabalık valinin istifasını istiyor, valiliği taşa tutuyordu. Neden dağıtmadığına ise hiçbirimiz anlam veremiyorduk.

Az sonra o kalabalık Madımak Oteline yöneldi, TV kanalları canlı yayına başlamış, dünya izliyordu. Kuşatılmış Madımak Oteli her an ateşe verilebilirdi. Çoğalan kalabalık gittikçe büyüyordu. Ekranlara takılan bazı görüntülerde herkes tanıdıklarını, sokaktan bildiklerini görerek orada olmasına şaşıyordu. “Kahrolsun laiklik”  “Sivas Aziz’e mezar olacak” sloganları Sivas’a sığmıyor, ekranlardan Türkiye’ye ve oradan dünyaya yayılıyordu.

Hedef Aziz Nesin diyorlardı. İnanası gelmiyordu insanın, öyle olsaydı dün Şifahiye Medresesi’nde bir çocuk bile öldürebilirdi Aziz Nesin’i. Hem o konuşmasında bu kalabalığı öfkelendirecek bir şey söylememişti, aksine onların bir kaşık suda boğmak istediği Alevilerin kızacağı, öfkeleneceği şeyler söylemişti. O da büyümeden durdurulmuş, olay kapanmıştı.

Tahammülümüz yoktu, aklıselimi bilmiyorduk. Adalet Ağaoğlu’nun söylediği gibi çocuk kalmış bir toplumduk, hep bir sahip arıyorduk kendimize. Nurhan; “Merak ediyorum bu kontrolsüz kalabalığın kan içmeyi seven sahibi kim” diye bize soruyordu.

Gündüz varlıklarıyla, onurlandığımız güzellikleri ile gözlerimizi alan bu güzel insanlar az sonra duman duman yüreklerimizi köreltecek bir yangında yok olacaklar. Ankara canlı yayında katliamı izliyordu.

Ankara, İstanbul, Türkiye, Ali Baba Mahallesi neden susuyordu, neden sokağa çıkmıyordu. Hep beraber çıksak sokağa başarabilirdik, yangını söndürebilir yakmak için uğraşılan bu canları, yangınla yok edilmeye çalışılan düşüncelerini kurtarabilirdik. Hatta on bin kişinin katil olmasını, yaşamının sonuna kadar bu yükü taşımasını engelleyebilirdik.

Engelliyemiyoruz, karşısında duramıyoruz kara donlu karanlığın. Hangi köşe başında düştüm, hangi yardan yuvarlandım, gözümü hastanede açıyorum ve iki gündür birlikte olduğum gençlerde aklım. Nurhan, Ayşe, Mehmet ve Feyza evlerinde TV karşısındalar.

Sevindiğimiz sanatçılar, yazarlar, semah dönen gençler Madımak Oteli’nde, diğerleri evlerinde, işyerlerinde mahsur kalmıştı. Ali Baba Mahallesinin önü kesilmiş, şehre inilmesi engellenmişti. İlk yaralılar, ilk kayıplar hastaneye ulaştırıldı. Hastanede bir koşuşturma, bir telaş başlamıştı. Çaresizlik sarıyordu yaralarımızı. Genç bir doktor ağlayarak çıkıyordu acil servisten, gördüğü o korkunç yanık yaraları karşısında ne yapacağımı bilmiyordu.

İzinli hemşireler, doktorlar geri çağrılmış, hastaneye koşuyorlardı. Sokakta gördüklerini anlatıyorlardı. Bir hemşire gözyaşları ile sokaktaki kara cübbeli adamların ellerindeki sopalarla yerlere vurarak sokaklarda askerlerin arasında dolandığını anlatıyordu. Her yer asker, polis kaynıyordu. Neredeydi bu asker, polis. Dün neredeydi bunların hepsi.

İtfaiyenin uzattığı merdivenden alınan Aziz Nesin tartaklanmış ve sonra hastaneye getirilmişti, en üst katta bir odadaydı. Bir sır gibi saklıyorlardı kendilerinden ve herkesten. Sinirliydi. Arkadaşlarını soruyordu. Kimler kurtulmuştu, kimler yanmıştı bilmek istiyordu. Olanları anlayamıyor, buna nasıl, neden engel olunamadığını bilmek istiyordu. Ankara ile yaptığı görüşmelerin hiçbir işe yaramamış olmasına diyecek söz bulamıyordu.

Söylenen hiçbir söz onu yatıştırmaya yetmiyor, yerinde duramıyordu. Kendisini kontrol etmek isteyen doktorlara bile kızıyor, kontrol etmelerine izin vermiyordu. Tansiyonu yükselmiş kritik bir düzeydeydi. Uzanması, dinlenmesi lazımdı ama o hep ayaktaydı. Kimseye güvenmiyor, Sivas’tan hemen ayrılmak istiyordu. Telefonla konuşuyor, kızıyordu uzakta birilerine.

Kendi fikri olduğunu söylüyorlardı, kimin nereden getirdiğini bilmediğimiz, bir köylü kadın kıyafeti giydirildi Aziz Nesin’e. Kimsenin yüzüne bakmayacağı kısa bodur, başörtülü çirkin bir kadın sabaha karşı hastaneden ayrıldı. Aziz Nesin gittikten sonra hastanede şimdi kalan tek kişi vardı ve o da komadaydı. METİN ALTIOK. Bedeni bir çadırla örtülüydü ve kafası o kadar şişkin kırmızıydı ki. Evet, şiiri yakmıştık ama o direniyordu.

Sonunda kendime bir top yangın edindim, soluğumla besledim. Ömrümün külüydü savrulan hep ardımda. Örterek bıraktığım izleri, yanmış bir günün sürüklenen kanatlarıyla, koştum, durmadan koştum. Zaman ve mekân içinde kaybolmuş düşlerimle ardımda bir yangın, yakılmış şiirler, türküler, kendi göğümü bulmaya çıktım…

Hasan KAYA
28 Haziran 2007 Perşembe