Bir düşten geçiyorum…

Ne zaman konuşsam, evin içinde sesim yankılanıyor. Yalnız insan nasıl konuşur demeyin. Konuşuyor. Üstelik uzun uzun, bağıra bağıra konuşuyor. Masayla konuşuyorum mesela, Geçen gün, “Edip Cansever, senin için, masada masaymış derdi” diye başladım konuşmaya. Ben konuştum o dinledi, bir şey demedi. Sanki örtüdeki sigara yanıklarından utanır gibi bir hali vardı. Sonra ayağıma çelme takmaya kalkan sandalye ile konuştuk biraz. Canımı yaktığını söyledim. Sert çıkışır bir tondaydı her hal bozuldu. O da yetmezmiş gibi, biraz sert davranıp masa altına sürmeme küstü…

En çok kahrımı kahve makinası çekiyor. Ne zaman kahve almaya yanına varsam, uzun uzun konuşuyoruz. Daha doğrusu ben konuşuyorum, o kahve verirken homurdanarak beni dinliyor.

Evde konuşmadığım eşya, kapı, pencere, duvar yok. Geçen gün ayna önündeki dolabın üzerinin, üzerindeki çerçevelerin tozunu alırken fotoğraflarla konuştum. Önce babamla konuştuk uzun uzun. Sonra onun hemen yanında duran kardeşimle. Ne garip! Kardeşimle, babam aynı yaşta. İkisinde kır düşmüş şakaklarına, ikisinin yorgunluk değmiş yüzüne. Yalnız kardeşim biraz daha kilolu. Ama bakışlar hep o aynı bakış, aynı gülümseme… Sanki bir şey diyeceklermiş gibi bakmaları yok mu, her seferinde yüreğimi burkuyor, acıtıyor.

Burnumun direği sızlıyor. Söylemeye ne hacet, özlemek zor şey…

Kolay olan ne var ki.

Şimdi geriye dönüp bakınca, araya giren zamanın yorgun buluşmaları geliyor aklıma. O buluşmalarda sıcak, sımsıkı sarılmalarımız. Bir kez olsun özlediğimizi söylemedik birbirimize. Ama söylemesek de biliyorduk. İşin garibi, şimdi ne zaman fotoğraflarının yanından geçsem, karşılarında dursam bakıp bakıp, çok özlediğimi söylüyorum. Eskiden aklıma gelip de demediğim ne varsa böyle zamanlarda bir bir aklıma geliyor. Cümlesi cümlesine anımsıyorum her şeyi. Kuş uçmaz, kervan geçmez bir sessizlik içinde, “Keşke” diye başlayan cümlelerin ağırlığı altında eziliyorum. Kaldırması, taşıması zor bir yük.

Ertelenmiş hayatların eksik bıraktığı hayatlar, o hayatlar içinde eksik kalmış sevgileri yaşıyoruz. Yaşamamayı seçerek yaşadığımız, kaç hayatımız oldu. Kaç sevgiyi, kaç aşkı korkuların karanlığında yitirdik, hiçbir zaman bilemeyeceğiz.

Bazen koltukların ağır başlı duruşundan, “babamın oradan, “ne oluyor ulan deli” diyeceği aklıma gelmese, avizenin çatlağından bakıp avazım çıktığı kadar bağıracağım. Denemedim değil! Denedim. Ama ne zaman bağırmayı denedimse, boğazıma düğümlendi bir şeyler…

Pencereden tül perdeleri zorlayarak içeriye giren aydınlık sabahın sesi, aynaya vuruyor. Pencereye, güneşin sıcak yüzüne dönüyorum. Bahçeye çıkıyorum. Ağaçlarla, güllerle konuşuyorum, birkaç gün öncesine kadar Poli ile konuşuyordum. Ne zaman kapıyı açsam, bana koşarak gelen Poli yok artık. Son günlerde, karşı bahçe duvarının dibinde uyuduğu yerden; ağır, yorgun adımlarla keyifsiz de ola bana geliyordu. Hayat var olmakla, yok olmak arasında ince bir çizgi. Yedi sekiz sene daha birlikte olacağımızı hesapladığım o güzel yiğit köpek hastalığa yenildi.

Öldü.

Nedense dilim varmıyor öldü demeye. Onun yerine “yitirdim”, “artık yok” demeyi yeğliyorum. Ölümün soğuk yüzünden kaçıyorum. İnsan neden kaçarsa, o gelip buluyor inadına… En çok ayrılıktan, sevdiklerimden uzak düşmekten korkardım, ama hayatımda hep uzaklar oldu, hep sevdiklerimden ayrı düştüm. Gitmekle terk eden olmuyor insan, susarken susmuş olmadığı gibi.

Biraz daha dursam böyle Poli’nin yatığı yere bakarak kirpiğime kırağı değecek. İçeri giriyorum.

Sesim yankılanıyor, duvardan duvara çarpıp gidip ayanda soluklanıyor. İnce bir buğu, sessiz bir inceliği çoğaltıyor. İşaret parmağımla üzerine bir isim yazıyorum. Yalnızlığın hastalıklı hali, unutmak istediğim bir kadın adı. Uykularımı bölen bir düşten geçiyorum, dalları birbirine girmiş yaprakları eylül solgunu bir orman içinden geçiyorum, ömrümün son yaprağını bırakıp, susuyorum…

Hasan KAYA
14 Ekim 2017 Cumartesi