.: Derinleşen yabancılaşma yaygınlaşan kimlik bunalımı – M.Sait ÜÇLÜ

Çağımızda yabancılaşma salt de clase unsurların, işçinin-emekçinin değil artık tüm insanlığın sorunudur. İnsanlık bir avuç tekel sahibinin çıkarları uğruna kendi öz değerlerinde, doğadan, insandan ve emekten uzaklaşarak yabancılaşıyor. Yabancılaşma kendisiyle birlikte bir kimliksizleşmeyi çok yönlü sömürüyü, bunalımı, korkunç savaşları, haksızlığı, cinsler arası eşitsizliği, doğanın kıyımını derinleştiriyor. Derinleşen yabancılaşma derinleşen kimliksizleşme ve kendini yitirme oluyor.

Devletli uygarlık tarihi, insanın doğal gelişme seyrinde uzaklaşıp kendisine yabancılaşma tarihidir. Bu baştan sona Firavunlaşma Ebucehilleşme ve Nemrutlaşmadır. Kapitalist modernitenin geliştirdiği nesne özne ayrımıyla bu zirveye çıkıyor. İnsanın insanla, doğayla, kendi emeğiyle, bedeniye ve benliğiyle çelişmesi derinleşiyor. Yanlış kurgulanan ve kurumlaştırılan yaşam çok yönlü bir yabancılaşmayı yaratıyor. ‘Yanlış hayat doğru yaşanmaz'(Adarno) Hayatı insana topluma yabancılaştıran yanlış hale getiren, insanlığın toplumsal hafızasını çarpıklaştıran devletli toplum zihniyetidir. Keniston, bu yabancılaşmayı ‘toplumun tarihini kaybetmesi’ olarak değerlendirir. Toplumun kendi tarihini, toplumsal hafızasını yitirmesi, kendisine ait olmayan, kendi tarihsel gelişimini ürünü olmayan yabancı-yanlış bir hayatı yaşaması demektir. Bir şair, ‘Ol Mahiler derya içredir, deryayı bilmezler’ der. Balığın içinde yaşadığı denizi tanımıyor olması yabancılaşmayı ifade eder. Kapitalist modernite, toplumsal hafızayı yok ederek, geçmişinden soyutlayarak toplumu balık hafızalı yapmaya çalışıyor. Çünkü ne kadar yabancılaşma o kadar köleleşme, ne kadar yabancılaşma o kadar sömürü demektir.

Yabancılaşma nedir?

‘Yabancılaşma’, Latince’de ‘başkası’, ‘yabancı’ anlamına gelen ‘alienus’ kökünden türemedir. Batı dillerine ‘alienation’ şeklinde geçmiştir. Bu kavramı, ilk kez J.J.Rousseau kullanmıştır. Fakat ona felsefi ve bilimsel içerik kazandıran Hegel’dir. O’na göre ‘insanlık tarihi aynı zamanda bir yabancılaşma tarihidir.’ Feuerbach ise ,’tanrı insanın mutlaklaşmış ve yabancılaşmış özüdür’ der. Erich Fromm: ‘Objeleşen İnsan’ kavramıyla; yabancılaşan insanın, ‘kör ekonomik güçlerin objesi’ haline geldiğini belirtir. Baudrillard çağımızı ‘yabancılaşma ve tüketim çağı’ olarak ele alır. ‘Tüketimle birlikte insanın kendisine yabancılaştığını kendisine ayna olacağı yerde vitrin olduğunu’ belirtir. Bu açıdan ‘Ortaçağ toplumu, Tanrı ve Şeytan üzerinde dengelenirken, bizimki tüketim ve onun kınanması üstünde dengesini bulmaktadır’ der.

‘İnsan emeğinin dışsallaşması; başka bir deyişle insanın fiziki anlamda var oluşu ile ruhi anlamdaki varlığı arasındaki mesafenin açılması, Hegel açısından ’emeğin babacılaşması’nı teşkil eder. Hegel den etkilenen Marks; yabancılaşmayı, ‘insanın emeği tarafından yaratılan şeyin aynı insana, kendisini köleleştiren yabancı bir öz olarak geri dönme süreci’ olarak değerlendirir. İnsanın kendine, doğaya, emeğine ‘öz-yabancılaşması’ toplumla, karşı cins, doğa ve kendisiyle kurduğu ilişkilerde açığa çıkar.

Başlangıç ‘doğadan kopma’

Doğal toplumdan kopuş, devletli topluma geçiş yabancılaşmanın da başlangıcı oluyor. İktidar ilişkisi insanın ve toplumun iradesini kırarak sömürü mekanizmasının nesnesi haline dönüştürüyor. Bu kapitalist moderniyle doruğa çıkıyor. İşçi iradesi teslim alınmış köledir. Yabancılaşma burada derinleşiyor. İnsan kendine yabancılaşıyor. İnsan insanın kurdu haline getirildiğinde insana yabancılaşıyor. İnsan doğaya ve topluma yabancılaşıyor. En derin yabancılaşma ise cinsler arasında oluşuyor. O halde yabancılaşma; insanın kendi özünden, kimliğinden etik değerlerinden ve öz kültüründen uzaklaşma, kendisi olmaktan çıkma ve bir başkasına benzeşmedir. Yabancılaşma insanın kendisinden kopuşudur. Kendi karşıtlığına dönüşmesidir. Kendini inkar ve bir başkası olmadır.

Yabancılaşma; insanın özgürlük, eşitlik, manevi moral ve etik değer ölçüleri ile doğal yaşam alanında kopup, sömürü, köleleşme ve eşitsizlik alanına itilmeyi ifade eder. Burada yabancılaşma içine giren insan ve toplum daha önce sahip olduğu kimliğini ve özdeşliğini yitirir. Ait olduğu zaman ve mekan ‘öteki’ haline dönüşür. Günümüzde yabancılaşma; insanı makinenin bir dişlisi haline getiren, metalaştıran, robotlaştıran, karıncalaştıran, soysuzlaştıran, maymunlaştıran ve köleleştiren tekniğe dayalı yoz, geri, çürütücü bir olgu haline gelmiştir. İnsan emeği, bir avuç tekel sahibinin çıkarları doğrultusunda makinenin hizmetine girmiş, cinsler arası çelişki derinleşmiş ve doğa karşıtlığına dönüşmüştür.

Doğal insan ve emeği

İlkin doğal toplum vardı. Doğal toplum kendine özgü bir eşitlik, özgürlük denklemi üzerine kuruluydu. Değişim ve dönüşüm doğa yasalarına uygun bir hareketlilik içindeydi. Sömürü yoktu. Baskı yoktu. İnsanın insana kulluğu yoktu. İnsan doğayla uyumlu bütünlüklü diyalektik bir ilişki içindeydi. İnsan emeği insana aitti. Herkes kendi yeteneğine göre çalışıyor üretilenleri öncelikli ihtiyaçlara göre pay ediyordu. Cinsler arasında uçurumlar yoktu. Her şey doğanın doğal akışına uygundu. İnsan taştan, maddenden çeşitli aletler geliştirdi. Kendi emeğinin bir ürünü olarak ortaya çıkan bu aletlerle daha iyi bol ürün elde ediyordu. Elde edilen ürünlerden tüm toplum eşit düzeyde yararlanıyordu. Burada üretim aletleri insanın hizmetindeydi. İnsan onları istediği gibi kullanıyor değerlendiriyordu. Aletler insanın işini kolaylaştıran ve insanın hizmetinde olan birer nesneydi. Aletler insana hükmetmiyor. İnsan aletlere hükmediyordu.

Doğanın kutsallığı

Doğa insan için kutsaldı. Bir ana olarak görülüyordu. Ona son derece saygılıydı. Çünkü varlığı ona borçluydu. Bundan dolayı da insan, yaşamının devamı için gerekli olan doğayı kutsuyor ve felsefesi buna göre şekilleniyordu. Bu yaklaşım ve felsefe devletli toplum boyunca da yabancılaşmaya rağmen çeşitli biçimlerde devlet dışı kalmış toplumlarda varlığını sürdürmeye devam ediyor. Bunu birçok filozofta da görmek mümkündür. Kürt bilgesi Zerdüşt’ün Konfüçyüs’ün, Buda’nın öğretisinde bunu görmek mümkündür. Doğanın bir parçası olarak ateş, su, güneş, toprak vb. kutsaldır. Doğayı kutsama ve yüceltme vardır. Doğunun ahlak felsefesinde bu zihniyet zayıf da olsa varlığını sürdürür. Mezopotamya felsefesine ve kültürüne dayanan yunan doğa felsefecileri doğayı kutsamaya devam ettiler. Thales, Anaksimandros, Anaksimenes, toprak, ateş, su ve havayı yaşamın özü olarak değerlendirdiler. Yaşamı doğayla başlattılar. Kızılderili’nin yaşamında doğa kutsaldır. Antik Hint ve Uzakdoğu felsefesinde de bu böyledir. Doğal toplumda yabancılaşma ve insanın kendi özünde uzaklaşması yoktur.

Yabancılaşmanın kökü…

Yabancılaşma ve kendinden uzaklaşma hiyerarşik devletli toplumla başlar. Hiyerarşik ve sınıflaşmaya dayalı bir dönüşüm zihinsel alanı işgal etti. Aşağı Mezopotamya da zigguratlarda Sümer rahipleri yeni bir sistem icat ettiler. İnsanları yarı gönüllü köleliğe ikna etmeye çalıştılar. Hiyerarşik toplumla birlikte Sınıflar, kölelik, zor aygıtları oluşmaya başladı. Oluşan devletli toplumun bir sonucu olarak; İnsan doğanın kendisine verdiği aklı doğaya karşı kullandı. Kutsal anaya karşı baş kaldırdı. Onu ‘vahşi doğa ‘olarak ilan edip denetime almaya başladı. Gün geldi kendini, kendi emeğinin ürünü olan kölelik zincirlerine mahkum etti. İnsan insanı köleleştirdi. Doğal toplumda oluşan değerlerle zıtlık içine girdi. Bireysel özel mülk edinme, mülk uğruna hemcinsini katletme, yalan, dolan, hile ve kandırma gelişti. Ahlak ölçüleri aşındı. Cinsler arası çelişki ortaya çıktı.

Köleleşen emek

İnsan, hemcinsi tarafından köleleştiriliyordu. Artık köle bir tür üretim aracıydı. Para ile alınıp satılan toprağın bir uzantısı ve parçasıydı. Emeği onu bir başkasının kölesi haline getiriyordu. Kendisinin ürettiği şeyler onun karşıtına dönüşüyordu. İnsan kendisine yabancılaşıyordu. Sömürenle sömürülen arasında sürü-çoban diyalektiği oluştu. Doğal gerçeklik ve toplumsal gelişme adeta donduruldu. İnsanın ve toplumun kök hücreleriyle oynanmaya, zorbanın ve istismarcının sesi yankılanmaya başladı. Tanrı düzeni kendisini doğa ve insan düzeninden tamamen ayırdı. ‘Maskeli tanrılar ve örtük krallar’ dönemi başladı. Bu yabancılaşma üzerinde korkunç savaşlar, kıyımlar gelişti. Maddi kültür yapılanması egemen hale geldi. Ben, ben olmaktan çıkarak, doğa ve insan düzeninden uzaklaşarak kendisine yabancılaştı.

Dinlerde yabancılaşma olgusu

Semavi dinlerde insanın-insanlığın iç uyumunu bozan, yabancılaşmaya yol açan anlayış ve zihniyet Adem-Havva’nın çocukları ‘Kabil-Habil-Aklina’ mitosuyla başlar. Kabil kız kardeşi, Aklina ile evlenmek için, kardeşi Habil’i katleder. Dönemin yerleşik ahlak, insani değer ve ölçülerine aykırı olarak, Kabil’in Aklina ile evlenme istemi ve Kardeşi Habil’i katletmesi yaratılış mitosu gereğince ilk yabancılaşmayı ifade eder. Bu yabancılaşma semavi dinler tarihi boyunca derinleşerek günümüze dek gelir. Orta çağ boyunca ‘kutsallık-din’ adına geliştirilen savaşlar vahşet düzeyindeki katliamlara dönüşür. ‘Haçlı seferleri’ bu zihniyetin sonucu gelişir. Kardeş katilliği, başta Osmanlı olmak üzere iktidarların görkemli saraylarında ‘devletin bekası’ uğruna resmiyet kazanır. Aklina’ya sahip olma kavgası kadının eve kapatılarak tescili köleliğine dek varır.

İran devriminin ideologu Ali Şeriati; Soyut insanın sembolü Adem’in yabancılaşmasını doğu düşüncesinde de vurgulanan tarihsellik, toplum, doğa ve benliğe bağlar. Bunlar hem toplumsal hem de bireysel yabancılaşmaya yol açar.

Diktaya dayalı erk

Firavunlaşma, Nemrutlaşma Ebucehilleşme siyasal iktidar alanındaki yabancılaşmanın zirvesidir. Ebu Cehil cehaletin babası, Nemrutlaşma ve Firavunlaşma zulmün, zorbalığın simgesi olarak insanlığın belleğine yerleşir. Karun-Karunlaşma ise; ekonomik alandaki eşitsizliğin, dengesizliğin, dolaysıyla sömürü ve köleliğin en katı biçimi olarak gelişir. Harunlaşma Karunlaşmaya dönüşür. Bel’am (Samiri) egemen dinsel güç olarak yerleşik tüm ölçüleri alt-üst ederek diktaya dayalı erki temsil eder. Din ötekileştirdiği insanlara tekrar eski doğal yaşam dönüleceğini vaat eder. Vaat edilen cennet eski saf, özgür ve eşitlikçi doğal toplum gerçekliğinin dile gelişidir.

Ebedî cehennemde kalma düşüncesi, doğa yaşamın tümüyle yitirilmesi ve ötekileşmesi anlamına geliyor. ‘Mehdi’, bu yabancılaşmayı, ötekileştirmeyi durduracak olan bir ‘kahramanlık’ imgesidir. Deccal ise yabancılaşmaya karşı çıkanların direncini, başkaldırısını kırmaya çalışan şeytani güçtür. Dinsel yöntemin kendisi yabancılaşmayı ifade ettiği gibi, Nemrut, Firavun, Karun vb. ise yabancılaşmanın savrulma noktası oluyor. Açık ki, uygarlık tarihinde dinsel aşamaya geçiş büyük bir gelişme oluyor. Yaratılan ve kutsanan doğmalarla yabancılaşma daha da derinleşiyor. Sömürü, sınıf ve devlet kutsanarak dokunulmaz hale getiriliyor. Ne kadar katı doğma o kadar köleleşme, sömürü ve baskı demek oluyor. Her şeyin katı doğmalarla aşırı maskelenmesiyle sömürü, haksızlık gizleniyor örtbas ediliyor. Her şey kesin katı hakikat olarak sunuluyor. Bu da yabancılaşmanın derinleşip yaygınlaşmasına yol açıyor.