Erdoğan, Sağır Sultan mı?

Rasyonel akıl, mantık ne derseniz diyen hiç fark etmiyor. Bunların hiç biri AKP ve Erdoğan’ın düşünce biçimini açıklamaya, yaptığı hesapları çözmeye yetmez.

Kendimizi Erdoğan’ın yerine koyarak düşünmeye çalışmak, sis perdesini kaldırıp ardındakini anlamaya çalışmak da çok kolay değil. Çünkü o, öyle kolay kendinizi yerine koyacağınız bir ruh hali, mantık yürütmeye sahip değil.

Bu yüzden bunları geçiyorum.

Gelişmeleri adım adım izleyerek, anlamaya çalışmak gerçeğe ulaşmak için en doğru yol.

Başlayalım…

Dolmabahçe mutabakatı 28 Şubat’ta açıklandı, üzerinden 15-16 gün geçtiği halde Erdoğan’dan ses çıktı mı?

Hayır.

Neden?

Çünkü kendisinin başbakanlığı döneminde üzerinde anlaşılan, 28 Şubatta son şekli verilip kendisine de iletilen 10 maddeden söz ediyoruz. Üstelik oldukça genel, öteden beri Türkiye’nin demokratikleşmesi bağlamında sıkça dile gelmiş, 10 maddeydi hepsi de…

Devam edelim:

Ardından “İzleme Heyeti” açıklandı, yine ses yok. O da, bilinen bir şeydi. Oslo görüşmeleri sürecinde bu “İzleme Heyeti” görevini yabancı elçilikler yapmıştı. İmralı’da başlatılan süreçle birlikte, üzerinde uzun süredir tartışılmaktaydı. Yerli, yabancı izleme heyeti tartışması sonrası, yerli bir “İzleme Heyetinde” karar kılınmıştı… Yani bu da; yeni ve bilinmeyen bir şey değildi.

Peki, kriz diye dilimize doladığımız, sürece nasıl gelindi?

Erdoğan’ın Balıkesir’de yaptığı konuşmada birazda laubali bir dille; “Kardeşim ne Kürt sorunu ya. Artık böyle bir şey yok” (15 Mart 2015) demesi milliyetçi oyları pekiştirme çabası olarak görülmüş ve bu bağlamda sınırlı tepki görmüş, krize neden olmamıştı.

Erdoğan, 22 Mart 2015 Pazar günü Ukrayna’dan dönerken uçakta gazetecilerin sorularını yanıtlarken;  “Hükümetle Cumhurbaşkanı her an her konuyu görüşüyor diye bir şey yok” diyerek başlayarak, Dolmabahçe’den haberdar olmadığını, açıklanan 10 maddeyi ve orada verilen görüntüyü onaylamadığını ifade ediyordu. Erdoğan’ın kendini, Sağır Sultan ilan etmesi inandırıcılığı zayıf olsa da, bir krizin ilk habercisiydi.

Peki, milliyetçi oyları pekiştirmekten, (konsültasyonu) barış sürecinin en azından sözde de olsa rafa kaldırılmasına, bir kiriz ortamına gelinmesine nedeni olan neydi?

Bu soruya, Erdoğan ve AKP üzerinden bir cevap bulmamız neredeyse olanaksız. Hükümet ve Erdoğan cephesinden yapılan açıklamalar, bir biriyle çelişirken alttan alta da bir kavganın ipuçlarını vermekte.

Biz bir başka yol izleyerek sorunun cevabını, HDP ve Selahattin Demirtaş’ta aramamız gerektiğine inanıyoruz.

Şöyle ki:

Selahattin Demirtaş, Parti olarak seçime gireceklerini açıkladığı günden başlayarak, her fırsatta dile getirdiğini Gurup Toplantısında (17 Mart 2015 Salı) kürsüde bir kez daha dile getirdi. “Seni başkan yaptırmayacağız” diyerek son kez, kesin bir dille, AKP ile HDP arasında bir uzlaşma, ileriye dönük bir anlaşma olmadığını ilan etti. Bu konuda çekincesi olan bazı kesimleri ve düşüntüler peşi sıra koşanların hepsini olmasa da, büyük bir kesimini ikna ederek, iki parti arasında bir anlaşma olmadığına inandırmayı başardı.

Buraya kadar, HDP kendince doğru bir hamle yapmış, kendisine oy vermekte kararsız olan geniş bir kesimi tam ikna etmiş olmasa da; oy vermeye daha yakın konuma getirmeyi başarmıştı.

Ancak bu, dananın kuyruğunu kesecek satırın, parlayan ağzının havaya gözükmesi anlamına da geliyordu. Selahattin Demirtaş ve HDP bu açıklamasıyla, AKP ile ileriye dönük bir işbirliğine kapılarını kapadığını ilan ediyordu.

AKP ve Erdoğan bundan hiç hoşlanmadı.

Çünkü bu açıklama Erdoğan AKP’sinin bütün hesaplarını alt üst ediyordu.  Ve dikkat edilirse bu açıklamaya kadar, her seçim öncesi yapıldığı gibi milliyetçi oyları pekiştiren söylem ve bu dolayımda bir polemik dışında, barış sürecini akamete uğratacak düzeyde bir gelişmeye tanık olmuyoruz.

Demirtaş, Başkanlık Sistemi üzerine daha önce söylediklerini, Grup Toplantısında resmileştirerek her şeyin rengini birden değiştirildi. Çünkü bu açıklama, Erdoğan’ın kendi kendine, gelin güvey el ele kurduğu hesabını boşa çıkarıyordu.

Erdoğan, Kürt Meselesinde Türkiye tarihinin en cesur davranan başbakanı olduğu, bu sorunun çözümü noktasında bütün herkesten çok daha fazla adım atığı ve bundan sonra da, bu konuda bir şey yapabilecek biricik, vazgeçilmez kişi olduğu algısının, HDP ve Demirtaş’ta bir karşılığının olmadığını gördü.

AKP, içinden bir biri ardına gelen açıklamalar bunu doğrular nitelikteydi. Örneğin, Yalçın Akdoğan, sürecin önemli bir aşamaya geldiğini, HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve Kandil’in geçen hafta yaptığı Başkanlık sistemine karşı açıklamalarının süreci zehirlediğini iklimi bozduğunu belirtmesi (Cumhuriyet, 25 Mart 2015 Çarşamba) bütün olup biteni fazlasıyla doğrular.

Selahattin Demirtaş’ın andığımız açıklamasına kadar, seçim sonuçları konusunda, belli bir rahatlık içinde olan AKP ve Erdoğan’ın rahatı kaçtı. Anlaşılan AKP ve Erdoğan seçim sonuçları istedikleri gibi sonuçlanmasa da, “Barış Süreci” üzerinden HDP’yi bir anlaşmaya, işbirliğine çekerek istediğine ulaşacağı hesapları yapmaktaydı.

Ne istediği ise son derece açık; Anayasanın değiştirilmesi ve Türk usulü bir Başkanlık Sistemi…

Bu bağlamdan baktığımızda, krizin bir diğer anlamı da, Selahattin Demirtaş’ın kapadığı kapıyı açma girişimi olduğunu söylemek hiç yanlış olmaz.

AKP’den gelen açıklamalarda, barış sürecinin süreceği, vazgeçilmediği yarım ağızla dile geldikten hemen sonra, sertleşen söylem; PKK’nin yeniden terör örgütü, HDP’nin onun meclisteki uzantısı olduğu, İmralı’nın henüz dile getirilmemişte olsa “Bebek katili” olduğunu çağrıştıran söyleme yakın bir yerde duruyor. Buna paralar, asker yeniden dilleniyor, ardından operasyonlara çıkarak mesaj kesin bir dille veriliyor.

Çatışmasızlık ortamından, yeniden kirli bir savaş ortamına hızla kayan bu gündemle; Erdoğan, “yaz-boz tahtası benim elimde” dercesine, kapatılan kapının aralanmasını bekliyor.

Bu bile tek başına “barış sürecinin” ne kadar sağlıksız, ilkelerden uzak yürütüldüğünü bize fazlasıyla göstermekte.

Bu haliyle, AKP, Erdoğan için uygun ortamın yaratılmasının bir aracına dönüşen “Barış Süreci” halklar arasında, gerçek anlamda bir barışın sağlanması bir yana, silahların tamamen susmasını, çatışmasızlık ortamına ulaşılmasının ne kadar zor olduğunu göstermekte.

Burada 17-25 Aralık sonrası, barış görüşmelerinin hala AKP ve Erdoğan üzerinden sürmesinin ne kadar mümkün olduğundan başka, ne kadar ahlaki olduğu da tartışılabilir.

Hasan KAYA
26 Mart 2015 Perşembe