.: Osmanlı ve Erdoğan’ın Alevi Düşmanlığı

Hasan KAYA

Soner Yalçın (1 Haziran 2014) Sözcü Gazetesindeki kölesinde uzun bir anlatı ile Tayyip Erdoğan’ın Alevi düşmanlığını açıklamaya çalışmış. Bu düşmanlığın köklerini Osmanlı da aramaya çıkan … Yalçın, bula bula Alevilerin Türk olduğunu bularak dönüp günümüze geliyor. Osmanlının Türk düşmanlığının, cumhuriyetle değişmediğini, kurumsal değişikliğe gidilmiş olmasına rağmen, kültürel dönüşüm sağlanmadığı için sürdüğünü belirtiyor. Yalçın, Erdoğan’ın da aynı Osmanlı zihniyetiyle düşmanlığı sürdürdüğünü söyleyerek yazısını bitiriyor.

Bütün bunları anlatan Yalçın, Osmanlının Türk düşmanlığını, mezhepsel farklılığa dayandırıyor. Osmanlının katı Sünni, Türklerin de Alevi olmalarından kaynaklanan düşmanlığı, birçok nedenden dolayı kabul etmek mümkün görünmüyor. Osmanlı Devletinin, Türkler ile inanç farklığının (o da Yalçına göre salt mezhepsel farklıktır) bir düşmanlığa neden olduğu halde (Osmanlının son dönemine kadar) Hristiyan ve Yahudi topluluklara kaşı oluşmadığını, cevaplanması zor bir soru olarak karşımıza çıkarıyor.

Yazıyı bir köşe yazısı olarak uzun yapan, öze ilişkin söyledikleri değil, daha çok dip not düzeyinde olan ve yazısının iç mantığını güçlendirmek için kullandığı bilgi kırıntıları. Yalçın, bu uzun yazısıyla aslında sol gösterip sağ, ulusalcı çakmak istiyor. Böyle baştan belirlenmiş bir değirmene sutaşıma çabası, değerlendirmeleri sıkıntıya sokar ve istenen sonuca gerçekler eğilip bükülmeden ulaşılmaz.

Hemen burada bir noktanın altını çizelim; bu yazımız Yalçın’a cevap niteliğinde başlamış olsa da okurun sözü geçen yazının bahane edilerek bir dönemi aydınlatma çabası olduğunu görmesini isteriz.

Osmanlının Alevi Düşmanlığının Temelinde Türk Düşmanlığı mı Var?

Biz şimdi Osmanlının Alevi düşmanlığının temelinde Türk düşmanlığı olduğunu savunan S. Yalçın’ın ileri sürdüğü kanıtlara bakarak konumuza dönelim. Yalçın’ın yazısında Osmanlının Türk düşmanlığını göstermeye çalışırken yaptığı aktarmaları biz de; “Tarihten Günümüze Alevilik Kızılbaşlık” kitabımızda yer vermiştik. Öncelikle o ilgili bölümünün iki paragrafını buraya aktararak devam edelim.

“Anadolu başkaldırmaları konusunda belli başlı bir kaynak olan Naima Tarihi’nde Türk halkı için “Naden Türk,[1] etrâk-i bi-idrâk (İdraksiz Türkler),[2] Türk-i bed-lika (çirkin suratlı Türk),[3] çoban köpeği şeklinde bir Türk-ü sütürk idi”[4] v.b. demektedir.

Bütün Osmanlı tarihçilerinin Türklere karşı tutumu budur ama bu tutum yalnız Osmanlılara özgü de değildir. Gerçekten de, Türk halkının karşısında yer alan yalnız Osmanlılık olmamıştır. Selçuklular bile, bir süre sonra İranlıların ve Arapların etkisiyle, Türk halkını hor görmeye başlamıştır. Selçuklu yazar Aksaraylı Kerimeddin Mahmul Türk halkı için şu sözleri söylemiştir: “Hunhar Türkler, köpek ve kurt gibidirler, ellerine fırsat geçerse yağmayı ganimet bilirler, fakat düşman kuvvetli gelirse kaçarlar.”[5]

Bu, Türk düşmanlığı düzeyinde, Türkleri yeren, aşağılayan sözleri çoğaltmak mümkündür. Ancak bu yerme, aşağılama, Türklerin Alevi olduğundan mı orası belli değil. Çünkü bu tarihçiler Türkleri aşağılayıp yererlerken görüldüğü gibi inançlarından hiç söz etmezler. Öyle olsa bizim gözümüzden kaçanı Yalçın bulur, hiç üşenmeden uzun alıntılar yapmayı da göze alarak verirdi/yazardı. Demek ki; yok. Üstelik tarihsel dönem olarak bunun yapılması çok daha anlaşılır bir şey olurdu. Çünkü bütün ortaçağ inanç kimlikleri üzerinden siyaset yapma ve ayrışmaya gitmenin çağıdır. Etnik kimlikler pek de o kadar önemsenmez bu dönem.

Osmanlının Türkleri sevmediğini ileri sürenlerin özelikle savlarını dayandırdığı nokta yönetim kadrolarında, üst düzey yönetici (Vezir, Veziriazam) mevkilerde Türklerin olmamasını örnek gösterirler. Bu bir tarihten sonrası için doğrudur. Ancak bu, tarihi dönem ve imparatorluklar açısından çok şaşırtıcı değildir. Bu, tarihten bildiğimiz bütün imparatorlukların ortak özeliği olarak karşımıza çıkıyor. En doğudan, en batıya kadar bütün imparatorluklardan biliyoruz ki hanedanın uyruğundan yüksek mevkilere gelmiş, görev yapan yönetici pek yoktur. Aynı şey evliliklerde de söz konusu olmuştur, hiçbir hanedan kendi uyruğundan kadınlarla evlilik yapmamıştır. Yapılan evliliklerde hep tekil örnekler olarak kalmışlardır. Aynı soydan yöneticilerin saray darbeleri ile iktidarı ele geçirmeleri mümkün olabileceğinden hanedanın kendi uyruğundan yöneticileri yüksek görevle getirmesinden kaçmaları bütün bilinen imparatorluklarda bir yöntem olarak benimsenmiştir.

Türklerin Anadolu’ya göçleri ne Selçuklu ile ve yerleşik yaşama geçişleri Bizans döneminde başlar, bütün Selçuklu ve Osmanlı dönemi içinde, oldukça geç bir döneme kadar devam eder. Dadaloğlu; “Hakkımızda devlet etmiş fermanı / Ferman padişahın dağlar bizimdir” dizeleriyle karşı çıktığı, Osmanlının, Türkmenleri yerleşik yaşama geçirme çabası 19. yy ortalarına kadar sürdüğünü bize gösterir.

Genellikle göçer ve hayvancılıkla uğraşan Türkmenlerin ekili arazileri çoğu zaman tahrip ettikleri, geçtikleri yerde arkalarında çekirgelerin geçtiği izlenimi veren manzaralar bıraktıkları bilinir. İmparatorluğun sınırları genişledikçe sınır içinde kalan Türkmenlerden yerleşik yaşama geçmeye direnenlerin Anadolu’da tutulmalarını, özelikle şehir ve kasabalara yakın olmaları istenmemiştir. Yeni gelenler ve bazen de Anadolu’da sorun yaşanan göçerler genellikle sınır boylarına yerleştirilmiş veya sürülmüşlerdir. Bununla bir taşla iki kuş vurulmak istenmiştir. Birincisi: yağmanın komşu düşman ülkeye olmasını sağlamak ve yayılmaya zemin hazırlamak ve ikincisi: Osmanlının vergi topladığı varlığını borçlu olduğu köylülüğün yıkımını engellemek.

Sınır boylarına yerleştirme çabasının yanında Türkmenlerin yerleşik yaşama geçmeleri sağlanmaya çalışılmış, baskılar yapılmıştır. Bizim okul tarih bilgimizle, Türklerin doğudan batıya olan göçleri özelikle Safevi Devleti’nin ve Şah İsmail’in propagandasıyla batıdan doğuya doğru gelişmeye başlar. “Orta Anadolu bozkırları, Toros Dağları ve Tokat ile Sivas arası yaylalardaki güçlü Türkmen topluluklarının Osmanlı yönetiminin merkezîleştirme eğilimine karşı oldukları Osmanlı-Safevî mücadelesi sırasında çok daha belirgin bir biçimde ortaya çıkmıştı. Bu eğilimleri önlemek için merkezî yönetim, yerleşik nüfusu korumak ve tarım gelirlerini elde tutmak için bu aşiretleri denetimi altına almak istiyor, onları tahrir defterlerine geçiriyor, düzenli vergiye tabi tutuyordu.”[6]

Bu bilgilerimizin ışığında Osmanlının “Türk düşmanlığının” temelinde Aleviliğin olduğunu söylemenin mümkün olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Şimdi bu noktadan devam ederek Osmanlı’nın Göçer Aşiretlerle zaman içinde farklılaşan ilişkilerinde bu “düşmanlığın” izini sürmeye devam edelim.

Osmanlı’nın Göçebe Aşiretlerle İlişkisinin Evrimi

Bizans döneminde Anadolu içlerine kadar giren Göçebe Türkmenler tüm engellemelere rağmen yayılmasını sürdürmüştür. Bunların çok azı yerleşik yaşama geçmiş, genelde ise göçebe yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Yazları yüksek yaylara çıkan göçerler, kışın daha güvenli, iklim olarak daha yumuşak ovalara inmişlerdir.  Hiç kuşkusuz bu göçlerin sürmesi sürecinde ekili arazilere sürekli zarar vermiş, köyleri, kasabaları yağmalamalardır. Osmanlı’nın kendisi de zaten bu göçebe aşiretlerden biri olarak Selçuklu, Bizans sınırında benzer bir yaşam sürdürmekteydi.

Osmanlı gelişip güçlenmesini kendisi gibi olan Türkmen aşiretlerine borçludur. Hepsi de konar-göçer olan bu aşiretlerin bir uç beyliği olan Osmanlı’nın yayılmasında önemli roller üstlenmiştir.

Göçer aşiretlerin Anadolu’da ki yayılması elbette sorunsuz olmamış kendi aralarında yaylak ve kışlaklar yüzünden çatışmaların yaşarlarken, yaylak ve kışlıklar arasındaki göçlerde yerli halk ve köylülerle büyük sorunlar yaşamaktaydılar. Göçerlerin bu hareketliği sınırları zorluyor, hatta ortadan kaldırıyordu. Ancak bu bir tür yayılma politikası olarak görüldüğünden Selçuklu ve ilk dönem Osmanlı Sultanları tarafından desteklenmiştir. Kaldı ki; “Osmanlı Devleti, başlangıçta Anadolu’nun batı ucunda bir aşiretler ittifakı ile kurulmuştur.”[7] Bu ittifak zamanla bozulacaktı. Devletleşen Osmanlı sınırlarını genişlettikçe Merkezi Devletin ihtiyaçlarını karşılamak ve artık sınırları içinde kalan aşiretlerin iktisadi yaşama verdiği zararları göz önüne alarak yerleşik yaşama geçmeyi dayattıkça aşiretler ile sorunlar yaşamaya başlayacaktır.

Yani kısaca anlaşılması gereken, düşmanlığın nedeni Yalçın’ın bize sunduğu gibi inanç farklılığı değil, doğrudan ekonomiktir. Bir iktidarın varlığını sürdürmesi toplayacağı vergilere bağlıdır. Vergilerin toplanmasını engelleyen her gurup, topluluk ve anlayış düşmanlığı üzerine çeker. Çağın ruhu gereği etnik kimliklerin hiçbir değerinin olmadığı bu dönem; Osmanlının, Yalçın gibi ulusalcı bir bakışının olması, Türkleri/Türkmenleri önemsemesi, kayırması beklenemezdi. Onlar için hanedanın varlığı ve devamı her şeyden önce ve öncelikli gelendi.

Yavuz Sultan Selim Dönemi ve Aleviler

Şimdi buradan Yavuz Sultan Selim dönemine ve Alevi kıyımlarına gelebiliriz. Yavuz, 1512 yılında tahta çıkar. Tahta çıkmadan önce Şehzadeyken uzun bir süre Trabzon Valiliği yapar. Bu yıllarda Safevi Devleti’nin batıya doğru yayılması ve Osmanlı topraklarında yaşayan Türkmenlerin Şah İsmail’e giderek artan sevgisi ve bağlılığının Osmanlı Devleti için tehlikeli olduğunu görüp babası II Beyazıt’tı uyarır. Safevi Devleti ve Şah İsmail’in batıya doğru yayılmasını ciddiye almayan II Beyazıt sınır boylarında geçişleri önlemeye çalışarak kısmı önlemler almakla yetinir. Yavuz ile aynı kaygıları paylaşan saray bürokrasisinin de yardımıyla Beyazıt tahttan uzaklaştırıp yerine Yavuz Selim tahta geçer.

Yavuz’a kadar ki dönemde Osmanlının Alevi düşmanlığı içinde olduğunu söyleyen pek yoktur. Yavuz’un babası Beyazıt gibi, kimi ilk dönem Osmanlı Sultanları için Alevi oldukları dahi ileri sürülen savlardan olagelmiştir.  Bunun için en elle tutulan kanıt olarak da Yeni Çeri Ocağı verilmiştir. Yeni Çeri Ocağı Bektaşi Dergâhına bağlıdırlar ve savaşa Bektaşi Gülbakları okuyarak çıkarlar. Yeniçeri Ocağı’nın okuduğu en yaygın gülbank şöyle: “Allah Allah illallah, baş üryan, .sine püryan, kılıç al kan, bu meydanda nice başlar kesilir, olmaz hiç kimse soran.

Eyvallah, Eyvallah, kahrımız, kılıcımız düşmana ziyan, kulluğumu/. Padişaha ayan, üçler, yediler, kırklar. Gülbang-ı Muhammed’i, nur-ı nebi kerem-i Ali, pirimiz, sultanımız Hacı Bektaş-ı Veli, demine hü diyelim hü.”[8]  Bu bile tek başına Aleviler ile Osmanlı arasında baştan beri bir düşmanlık, bir husumet olmadığının göstergesidir.

Türkmen düşmanlığı gibi Alevi düşmanlığı da ayaklanmaların sonuçları üzerinden varılan bir değerlendirmedir. Köylü ayaklanmalarının içinde yer alanların inanç ve etnik kimlikleri üzerinden yapılan değerlendirmeler bu ayaklanmaların iktisadi ve sınıfsal karakterini hep ötmüştür. Ayaklanmaların oldukça kanlı bastırılmış olmaları bu düşmanlığın ne amansız bir düşmanlık olduğu için kullanılmak istenmiştir. İleride örneklerini vereceğimiz ayaklanmalar içinde her inançtan ve etnik gruptan üretici köylüleri bulmak mümkündür. Ayaklananların büyük çoğunluğunun Alevi ve Türkmenlerden oluşması dahi, ayaklanmaların iktisadi ve sınıfsal boyutunu görmezden gelme keyfiliğini bize vermez. Çünkü “Günümüze kadar var olagelen bütün toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir.”[9] Ancak orta çağın gereği bu mücadeleler sınıfsal niteliği ile değil dinsel karakteri ile tarihe yansımış, yansıtılmışlardır. Bu dini söylem ve değerlendirmeler gerçeği örten bir örtü görevi görmekten öteye bir anlam ifade etmemişlerdir.

Peki, Yavuz ile başlayan Alevi düşmanlığının ardında ne yatıyor?

Bu sorunun hazır bir cevabı olduğunu biliyoruz. Kimi Alevi yazarlar Yavuz’un koyu Sünni geleneğe bağlılığından söz ederek bir açıklama yapmayı yeğliyorlar. Kıyımlar üzerinden bakıldığında bu cevabı doğru kabul etmek mümkün olabilir. Bir kez daha tekrarlamaktan kaçınmayarak, bunun sonuç üzerinden bir cevap verme yöntemi olduğunu söylemeliyiz. Bu kıyımlar, düşmanlığın sonucunu gösteriyor olsa da; asıl nedeni bize vermez.

Fazla tarihsel detaya girmeden dönemi biraz açalım. Şah İsmail ile Osmanlı Sultanı Beyazıt arasında yakın bir ilişki olduğu bilinir. Yazışmaları olduğu da tarihçiler tarafından kayıt altına alınmıştır. Ancak bu yakın, hatta kimi tarihçilerin baba, oğul muhabbeti ile yazışıldığını söylediği ilişkiye rağmen Şah Anadolu’da yoğun çalışmalar içindedir. Anadolu’nun içlerine kadar uzanan bir ağla yandaşlar oluşturur. Batıda ki Türkmenler arasından yandaşlar devşirir. Dersim Bölgesi Kızılbaşları arasında ciddi çalışmalar yapar. Safevi Devleti’nin Anadolu üzerine hesapları üstelik Şah İsmail’e de başlamaz.

Daha öncesi de vardır.

Dedesi Şeyh Cüneyt ve babası Şeyh Haydar döneminde de Anadolu’da ki Türkmenler ve Dersim Kızılbaş Zazalarla ilişkileri olmuştur.   Buyrukların Anadolu’ya girişi, birçok Dedenin, Seyidin şeceresinin dağıtıldığı dönem bu süreç içinde olmuştur. Şah İsmail tahta çıktığında Anadolu’da çok ciddi bir taraftar kitlesi ve gözünü kırpmadan ölüme gidecek sevenleri vardı. Safevi Devleti ve Şah İsmail ile ilişkinin bu denli iyi olması salt inançsal yakınlıkla açıklanamaz.

Safevi Devleti ile Türkmenlerin, Kızılbaş Zazaların yakınlığının bir nedeni inançsal yakınlıksa, diğer yanı ve asıl belirleyeni Osmanlının Göçer Türkmen politikasıdır. Osmanlı merkezi yönetim anlayışıyla yerleşik yaşama geçmeyi zorladıkça göçer aşiretlerden hızla kopmuştur. Osmanlı Türkmenlerden bu uygulamadan dolayı kopuşuyla bir anlamda Safevi Devletinin Anadolu üzerindeki hesaplarına yardımcı olmuştur.

Abdullah Saydam, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi’nde yayınladığı “Sultanın Özel Statüye Sahip Tebaası: Konar-Göçerler” makalesinde Yörüklerin çeşitli kalıplara sokulduğu tespitini yaparak devam ederek şu görüşlere yer veriyor. “Bazı topluluklar çiftçi olarak iskân edilirken, bazılarına özel görevler yüklendi. Aşiretler tarafından yıllardan beri tatbik edilen, ama Osman Devleti’nin kendi kanunlarına aykırı olan uygulamalar lağvedildi. Meselâ Karaman ele geçirildiğinde, ilk iş olarak Toros geçitlerini kullanan kervanlardan Türkmen beylerinin almış oldukları vergiler kaldırıldı. Bu tür uygulamalar tabiatıyla büyük tepki gördü ve devletle aşiretler arasına bir soğukluk soktu.”[10] Saydam, aynı makalesinin dip notunda Halil İnancık’ın Şeyh Bedreddin Ayaklamasını; “bir bakıma merkezin gittikçe kuvvetlenen Sünnî-devletçi karakterine Türkmenlerin gösterdikleri hoşnutsuzluğun bir tezahürü”[11] olarak görmesine itiraz ediyor. “Yalnız diğer birçok hadisede sadece Alevî aşiretlerin değil, Sünnî olanların da muhalif tavırlar sergilediklerini görmekteyiz ki, bu durum dinî-mezhebî kanaatten ötede, devletle aşiretler arasında sosyolojik bir ayrımın mevcut olduğunu göstermektedir. Nitekim Türkmen beylerinin Osmanlı’ya karşı Timur’un yanında yer almaları, Çukurova’da Osmanlı’ya karşı yine Sünnî olan Memlukleri desteklemeleri”[12] örneklerini vererek karşıtlığın dinseli, mezhepsel olmadığını ortaya koyuyor.

Elbette meselenin diğer bir boyutu da ideolojik ve siyasidir. Belirleyen sosyal bu gerçeklikler de olsa siyasi ve ideolojik boyutunun hepten dışarıda tutulması mümkün değildir. Konumuz açısından Safevi Devleti ve Şah İsmail’in bu her alanı kullandığına da kuşku yoktur. Çok sayıda “halife” gönderdiği, propagandalar yaptığı ise zaten bilinen bir şey.

“Açılan kapılar Şah’a gidelim” diyen Pir Sultan’ın bilinen her deyişinde geçer Şah’ın adı. Kimileri, (Soner Yalçın’da) bu Şah söylemi ile Hz. Ali ifade ediliyor deseler de doğru değildir. Hz. Ali için Şah unvanı kullanılırken her seferinde “Şahı Merdan Ali” denerek ayrım yapılmış, özünde Şah İsmail için kullanılmıştır.

Kaldı ki; Şah İsmail, kendisinin Ali soyundan geldiğini ileri sürerek, Aliye bağlığın mirasçısı olduğunu da ilan ediyordu. Her şey bir yana şu kadarı kesindir ki Şah İsmail özelikle Anadolu’da ki Türkmenler ve Kızılbaş Zazalar arasında ciddi bir saygınlık kazanmış ve taraftar bulmuştur. Bu saygı ve taraftarlığın günümüzde hala izleri silinmiş de değildir. O izler tüm canlılığı ile duruyor. Alevilerin “Yedi Ulu Ozan” olarak kabul ettiği ozanlardan biri de Kul Hatayı, yani Şah İsmail’dir…

Şah’a yakın, onun Anadolu üzerindeki hesapları için çalışan, Pir Sultan’dan başka Alevi önderlerin olduğunu ayaklandıklarını da biliyoruz. Örneğin Şah Kulu’dur. II. Beyazıt’ın resmen olmasa da iktidardan çekilmesi, bütün işlerini Vezirlerine devretmesi ve oğullarının saltanat kavgası içine girmelerini fırsat bilerek ayaklanmış ve Osmanlıyı Şah adına ele geçirmeye çalışmıştır.
Şah Kulu Ayaklanması

“Bazı aşiretlerin Şah İsmail’in yanında yer almaları tek başına Alevîlik gayretinden değil, aynı zamanda Türkmenlerin kırgınlığından kaynaklanmaktaydı. 1511 ilkbaharında Antalya’da meydana gelen Şahkulu isyanı, bu kırgınlıktan yararlandığı için küçümsenmeyecek başarılar kazanmış, bu isyana Alevî olmayan bazı aşiretler de iştirak etmişti”[13]

Başlattığı ayaklanma başarısız olunca Şah İsmail’e sığınmış, büyük olasılıkla erken bir başkaldırı girişiminde bulunduğu için bir zat Şah tarafından ateşe atılarak cezalandırıldığı kimi tarihçiler tarafında ileri sürülmektedir.

Şah İsmail’in çalışma yaptığı ve taraftar kazandığı Anadolu’nun birçok yeri Osmanlı mülküdür. Yani Osmanlı topraklarında yaşayan, Osmanlı tabiyesini kazanma çabasıdır yaptığı.

Şimdi ister eğri oturun, ister doğru, biz doğruyu söylemek zorundayız. Bu durumda; Yavuz Selim koyu Sünni olmasa dahi, en büyük rakibi ve başında bulunduğu Osmanlı Devleti için hem iç, he de dış tehdit oluşturan Safevi Devleti ve Şah İsmail’e yakın ilişki içinde olanlara karşı, dönemin ruhuna da uygun, düşmanlık beslemesinden daha doğal bir şey olamazdı.

Bu son söylediklerimiz bazı çevrelerin hoşuna gitmeyecektir. Özelikle Aleviliği, Alevi Sünni karşıtlığı üzerinden tanımlamayı tercih edenler, tarihini bu karşıtlık üzerinden yazmayı tarih sananlar asla kabul edilmeyecektir. Korkumuz o dur ki; bunlar hızlarını almayarak Yavuz’u savunduğumuzu, yaptığı katliamları hoş karşıladığımızı, olanlara kılıf arama çabası içinde olduğumuzu da söyleyebilirler. Ancak bunun tarihsel gerçeklerden kaçış bilgisizliği olarak gördüğümüzü, konuyu kişisel bir tartışma zeminine çekerek işin içinden sıyrılma çabası olacağını baştan söyleyelim.

Ayrıca hangi dönemde, hangi sebeple olursa olsun katliamları, kıyımları haklı gösterecek, onaylayacak bir gerekçe bulmanın hiçbir ahlaki yanının olmadığını iyi bildiğimizi belirtmeyi dahi gerekli görmeyiz.

Tarihi olayları değerlendirmek isteyenlerin keyfi yaklaşım içinde olmasının, acele romantik değerlendirmeler yapmasının haklı gösterilecek hiçbir yanı yoktur. Bu türden değerlendirmeler, birilerinin kişisel ve siyasal hesapları için bir anlam ifade etseler de; güne ışık tutamaz, yol açıcı olmazlar.

Devletlerin, başında bir Sultanın, Kralın oturduğu imparatorlukların kendi geleceği için bu tür kıyımlardan kaçınmadıkları, tarihin sayfalarının bu kıyımlarda akan kanla yazıldığını biliyoruz. Orta çağın ruhuna uygun olarak ittifakların genellikle inanç kimlikleri üzerinden kurulduğu, etnik kimliklerin bu dönem için hiç de önemli olmadığını da biliyoruz.

Yakınlığın, ittifakın daha çok inançlar üzerinden kurulduğu dönemdir orta çağ. Anadolu’daki Türkmenlerin ve Zaza Kızılbaşların inançları ile yakın buldukları Şah İsmail’den yana olmaları, doğal olarak Osmanlı için düşman görülmeleri için yeterliydi. Ancak bunun tersi de doğrudur…

Burada inançların mı, yoksa komşu bir devlet ile içine girilmiş yakınlık ve ittifak mı düşman olarak görülmelerini sağlamıştır çok da bir birinden ayrılamayacağı için, inanç kimliğini öne çıkaracak her hangi bir amatör tarihçi bu konuda oldukça bol malzeme bulabilir. Ama aynı mantık silsilesi içinde, neden başka dinler ve inançlardan olanların bu derece düşman ve hasım görülmediklerini bize açıklayamaz…

Biz şimdi Erdoğan’ın o engelleyemediği Alevi düşmanlığına gelelim. Erdoğan’ın kişisel tercihlerinin bu düşmanlıkta ne kadar rolü vardır bilemeyiz. Ancak temsil ettiği sınıf ve katmanların ekonomik, siyasi hesapları önünde en önemli engel, hali hazırda Aleviler olduğu açıktır.

Solun bu denli zayıf ve zemin kaybetmesi, muhalefetin yasal zeminde sonuçsuz debelenmesi, sokağa inmekten bu denli korkması da eklenince geriye tek aktif, baş ağrıtacak muhalif grup olarak Aleviler kalıyor. Aslında muhalefet grupları içinde sayılmaması gereken Aleviler kendilerine tanınmayan inanç özgürlüğü ve muhalefetle öteden beri olagelen dirsek temasları yüzünden tartışmaların içinde kendilerini buluyor ve doğal bir muhalif grup olarak sahneye çıkıyorlar.

Alevilerin inanç kimliği için hak arama çabalarından başka, inançlarından kaynaklanan seküler yaşam anlayışı, doğrudan olmasa da, “cumhuriyetin kazanımları” adı altında ifadesini bulan kimi demokratik haklara, kazanımlara sahip çıkmalarına neden oluyor ve muhalefetlerini sokağa yansıtıyorlar. Erdoğan her adımda, sokağa yansıyan bu muhalefeti karşısında bulabiliyor. Her toplumsal olayda karşısında hazır bulduğu Aleviler onun tasavvur ettiği Türkiye’ye ulaşmaktaki en büyük engeli oluyor. 20 milyona yakın doğal bir muhalif kesimin var olduğu bir ülkede iktidarın her hedefine istediği kolaylıkta ve rahatlıkta ulaşması zordur. Tam da burada İslam içine çekilmek istenmeleri “Alili” bir Alevilik önem kazanıyor. O da olmazsa devlete kazanılmaları, muhalefetle, özelikle de sol muhalefetle bağlarının koparılması gündeme geliyor.

Aleviler artık sınıfsal bütünlük içinde olmasalar da, büyük çoğunluğu hala yoksul, işçi ve emekçilerden oluşuyor. Erdoğan’ın inanç dünyasına sığmayan Aleviler, onun hizmet ettiği, sınıf ve katmanlarla, küresel sermayenin karşı cephesinde saf tutarak karşısına çıkıyorlar. Emeğe ve emeğin kazanımlarına her saldırıda emeğin ortak mücadelesinde ve/veya Gezi benzeri toplumsal olaylarda, kentsel dönüşüm adı altında şehirlerde açılan yeni rant (getirim) alanlarında Alevileri karşısında görmesi düşmanlık yapması için yetiyor.

Erdoğan’ın, Alevilere uzattığı elin temkinli sıkıldığını hissetmemesi olanaksızdır. Büyük gürültüyle “Alevi Açılımı” adı altında sunduğu projelerin Aleviler arasında beklenen heyecanı yaratmaması, Alevilerin mesafeli ve temkinli duruşu hayal kırıklığı ve düşmanlığın bir diğer nedeni oluyor.

Erdoğan’ın sesi Alevilere hiç ulaşmıyor. Bunun engellinin inançsal uzaklık olduğunu düşünüyor. Aleviler, İslam ile aralarına belli bir mesafe koydukça onlara Erdoğan’ın sesini duyurması, aradaki uçurumu kapaması olanaksızdır. Bunun çok iyi farkında olan Erdoğan, camiden uzak duran, Cem Evinde ısrar eden, İslam’ın katı kuralları ile bir türlü barışmayan Alevileri sevmesini olanaksız kılarken düşmanlığını kolaylaştırıyor.

Erdoğan gibi birinin düşmanlığında inanç kimliğinin elbette önemli bir yeri vardır. Ancak onun asıl düşmanlığı yine de sınıfsal olmaktan kendini kurtaramaz.

Kurtarmıyor da…

Hasan KAYA
Güre, 3 Haziran 2014 Salı

 

Kaynakça:

[1] Naima Mustafa Efendi: Tarih-i Naima (Razvat el-Hüseyin fi hulâsat ahber el-hâfikn; Türkçeleştirerek Yyn., Zuhri Danışman, Zuhri Danışman Yyn. İstanbul C. I. 1967 sf. 169. Aktaran Çetin Yetkin, Türk Halk Hareketleri ve Devrimler, sf. 4

[2] Namâ a.g.e, C. I. Sf. 238. Aktaran Çetin Yetkin, a.g.e. sf. 4

[3] Namâ a.g.e, C. II. Sf. 536. Aktaran Çetin Yetkin, a.g.e. sf. 4

[4] Namâ a.g.e, C. III. Sf. 1180. Aktaran Çetin Yetkin, a.g.e. sf. 4

[5] Togan Zeki Velidi, Umumi Türk Tarihine Giriş, Cild I. En Eski Devirlerden 16. Asra Kadar, 2. Baskı, İ.Ü. Ed. F. Yyn., İstanbul 1970, s. 215’de. Aktaran: Çetin Yetkin a.g.e. sf. 4

[6] İNALCIK, Halil, “Osmanlılarda Saltanat Veraseti Usulü ve Türk Hâkimiyet Telakkisiyle İlgisi”, AÜSBF Dergisi, c. XIV, no: 1 (Mart 1959), s. 69-93.

[7] Abdullah SAYDAM, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi Aralık 2009, Sayı:20, ss. 9-31.

[8]  Aktaran; Şerafettin Turan, Türk Kültür Tarihi,  sf. 121

[9] Siyaset ve Felsefe (Komünist Parti Manifestosu) K. Marx – F. Engels sf.100

[10] Abdullah SAYDAM, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi Aralık 2009, Sayı:20, ss. 9-31

[11] Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu, Toplum ve Ekonomi, İstanbul, 1996, s.326

[12] Abdullah SAYDAM, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi Aralık 2009, Sayı:20, ss. 9-31

[13] Faruk Sümer, Safevî Devleti’nin Kuruluş ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara, 1992, s. 43