Ezidiler, Dönüşüm Sürecinde Bir Cemaat – Ayşegül Devecioğlu

[columns ]
[column size=”1/1″]Tanrının önce yanından kovup, yedi bin yıl sonra bağışladığı baş meleği Tavus, halkını göstermek için parmağıyla bir daire çizdi ve “daire içindeki bu halk benim halkımdır” dedi. Yezidi inanışına göre daire, ruh göçünü ve evrendeki uyumu ifade ediyordu. Ne var ki, Yezidiler, hem Müslümanlar hem Hıristiyanlarca şeytanla özdeşleştirilen Melek Tavus’un halkı olmanın bedelini yüzlerce yıldan beri ödüyorlar.

Çoğu kişiyi Yezidilerle tanıştıran Murathan Mungan’ın Mahmut ile Yezida isimli tiyatro oyunuydu; hüzünlü, ustaca yazılmış bir aşk hikâyesiydi. Yezidilerin Müslümanlarca taşlanmasının bir düğün eğlentisi olacak kadar kanıksanmış olduğunu gösteren sahnelere rağmen, genel olarak etnik diye ifade edebileceğimiz konuların henüz bu kadar can alıcı biçimde gündemde olmaması nedeniyle olsa gerek, yöreye özgü, ağa kızı yanaşma ya da töreye karşı çıkan kız öyküsü olarak hatırda kalmıştı.

Yezidiler uzak dağlara çekilmiş efsanevi bir halktılar; beyaz giysileri, dövmeleri, daireleriyle fazlasıyla masaldılar. Oysa uzakta değil, bulunduğumuz ülkenin sınırları içinde yaşıyorlardı. Ve tarih boyunca bu topraklarda farklı din ve kültür inanç açısından azınlık durumunda olanlara uygulanan kıyımdan nasiplerini almışlardı. Yaşar Kemal “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”da günde üç kez kutsal bildikleri güneşe dönüp içlerinden geçenleri söyleyen, havayı, suyu ve toprağı kutsal bilen Yezidilerin yüzyıllar boyu uğradıkları kıyımı anlattı. “Korkuyla beklerken” diyor Julia Kristeva, “güçlü yabancıya karşı öç almak duygusuyla biz ortaya çıkar…Bizi bir arada tutan; yabancıyı dışarıda tutmaktır.” (Aktaranlar David Morley, Kevin Robins Kimlik Mekânları, Ayrıntı Yayınları.)

Yine de, o zamanlarda, taşlansalar bile bu topraklarda yaşayabildikleri zamanlarda, “Ben başka diyarlarda solarım” diyordu Yezida, “başka topraklarda kök salamam kurur giderim…” Oralardan ayrılmak, töresinden kopmak, Mahmut’a duyduğu aşk kadar imkansızdı. Yezida’nın sözlerini duyduğumuz 1980′den bu yana Güneydoğu’da savaş, adeta bir kehaneti gerçekleştiriyormuşçasına Yezidileri kök saldıkları topraklardan kopardı. “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” diyen Wittgenstein’a bakacak olursak, Kürtçe ibadet eden Yezidiler için sürgün çok uzun yıllar önce başlamıştı.

Melek Tavus’un Halkı Yezidiler kitabının yazarı Banu Yalkut, yurtlarından edilmiş bu halkın, Almanya’da ?yazarın tercih ettiği ifadeyle diaspora koşullarında? geçirmek zorunda olduğu evrimi ele alıyor. Çözülme-yeniden oluşma içinde yaşadıkları toplumla bütünleşme ve yaşadıkları çevrenin ölçülerine göre şekillenen dönüşüm süreci…

Kitapta anlatıldığına göre, 1960′lara kadar tarımla uğraşan bir halk olarak Müslüman komşularının tehdidi altında yaşayan Yezidiler için, 80′ler tam anlamıyla bir milat… 1985′te köy koruculuğu yasasının gündeme gelmesiyle, korucu olmayı reddeden Yezidi, Süryani ve Alevi köyleri devlet düşmanı olarak kabul edildi. Mardin civarında tapusuz topraklara el kondu ve bölgenin en eski halklarından biri, yerinden edildi. Türkiyeli Yezidilerin yüzde 99′u sürgünde yaşıyor. Yezidiler, başta Almanya olmak üzere Belçika ve Fransa’ya dağılmış durumdalar; Türkiye’de kalan Yezidilerin en fazla birkaç yüz kişi oldukları tahmin ediliyor. Binlerce Yezidi’den sadece birkaç tanesinin oturduğu onlarca Yezidi köyü ise bomboş… İnsanın doğduğu yer, kendisi için dünyanın merkeziymiş; yaşlı Yezidiler köylerinde ölmek arzularını ümitsizce korurken, binlerce kilometre uzaktan gelen Yezidi cenazeleri bu ıssız topraklarda defnediliyor. Yalkut’un Berlin Özgür Üniversitesi Etnoloji Fakültesi’nde master tezi olarak sunduğu bu çalışması, ‘Metis Siyah-Beyaz’ dizisinden önce, Berlin’de özellikle Yakın ve Ortadoğu araştırmalarıyla ilgilenen bir yayınevi olan ‘Das Arabische Buch’ tarafından yayımlandı. Ancak, Yalkut’un Yezidilerle ilişkisi 1980 öncesinde arkeoloji öğrencisi olarak gittiği Mardin’den bu yana kesintisiz olarak sürüyor. Daha öncede, etnologların ve din bilimcilerin dikkatini çekmiş olan Yezidilerin var kalabilmek için titizlikle korudukları kapalı yapı, haklarında yazılanların birçoğunun onlara çoğu kez hoşgörülü bile davranmayan komşularının bilgi ve tanıklıklarına dayalı olması sonucunu yaratmış. Bu nedenle Yalkut’un etnolog ve din bilimci kimliğiyle sürdürdüğü yakın ilişki, birinci elden paha biçilmez bir tanıklığa dönüşüyor.

Yalkut, Yezidi toplumuyla uzun süredir devam eden yakın ilişkisine rağmen, toplumun geçirdiği değişimi tarafsız bir gözle aktarabilmesini sağlayan akademik-etik mesafeyi korumayı başarmış. Ayrıca törelere, ibadet biçimlerine, simgelere, efsane ve yaradılış mitlerine fazla vurgu yapmadan Yezidileri, mitolojik bir halk olarak vasıflandırmaktan uzak duruyor.

Castoriadis, dünyanın belki bu en eski negatif bilgisini, “ötekilerin daha aşağılık görülmesinin insan toplumlarının doğal eğilimi olduğu” sözleriyle ifade ediyordu. Buna tepki olarak, milliyetçiliğe kapı açmak pahasına, öteki addedilen toplumların ?hele de mazlumlarsa üstün addettiği? niteliklerini öne çıkarmak, bunları doğal/doğuştan özellikler olarak kabul etmek, törelerinin, ibadet biçimlerinin farklılığından, dillerinin üstünlüğünden hatta fiziksel özelliklerinden dem vurmak etnik gruplarla araştırmacı ya da gazeteci olarak ilişki kuranların sıkça içine düştükleri bir durum. Bu aktarma biçimleri, söz konusu grubun soyu kurtarılması gereken egzotik bir tür olarak mistifikasyonuna yol açıyor. Oysa, Habermas’ın bu konuda değer ölçütü oluşturmaya çalışanları eleştirmek üzere belirttiği gibi, “Herkesin kimlik oluşturacağı yaşam bağlamlarında da talep edebileceği eşit saygı hakkının, geldiği kültürün olağanüstülüğüyle hiçbir ilgisi yok.” (Öteki Olmak Öteki’yle Yaşamak, YKY.)

Politik tanınmayla ilgili bu makalesinde, modern toplumlarda hızlı değişimin, tüm yerli yaşam biçimlerini parçaladığını ve sadece eleştiri ve kopmalarla öz dönüşüm gücüne sahip kültürlerin ayakta kaldığına dikkat çeken Habermas, çok kültürlü toplumlarda yaşam biçimlerinin eşit haklı varoluşunun; vatandaşlara diğer kültürleri olduğu gibi kendi kültürlerini de sorgulama kendi kültürlerini sürdürme ya da değiştirme fırsatı verme, hatta buyruklarından kayıtsızca uzaklaşma ya da eleştirel yaklaşarak ilişkilerini tümüyle kesme olanağı tanımak olduğunu söylerken gelişmiş Batılı ülkelerde, hem o ülkelerin vatandaşı hem de cemaatlerinin bir parçası olarak yaşamak isteyen Yezidilerin karşı karşıya bulunduğu soru ve sorunları da ortaya koyuyor.

Yezidiler ne masal kahramanı ne efsane yaratığı, ne de kendilerini dışa kapatarak tanımlayan diğer cemaatlerden büyük bir farkları var. Banu Yalkut’un kitabının başarısı da onları mistifiye etmeden, ete kemiğe büründürerek, gözümüzün önüne koymak. Hem de çokkültürlülük, küreselleşme, kültür emperyalizmi, postmodern coğrafyalar, etno-milliyetçilik, halkların Avrupası, küreselleşmenin yarattığı kimlik krizleri, cemaatçilik-bireycilik Avro-kültür, gibi sayısız başlıklarla süren sayısız tartışmanın tam göbeğinde…

(Radikal 2, 5 Ocak 2003)
[/column]
[/columns]