Felsefi materyalizm ve bilim – Alan Woods

Marksistler, herhangi bir doğaüstü varlığın veya doğa dışında ya da “üstünde” herhangi bir şeyin mevcudiyetini reddeden felsefi materyalizme dayanırlar. Aslında yaşam ve evren için bu türden bir açıklamaya gerek yoktur, özellikle de günümüzde. Doğa kendi açıklamalarını sağlıyor, hem de büyük bir bollukla.

Bilim, insanın –tıpkı diğer türler gibi– milyonlarca yılda geliştiğini ve yaşamın kendisinin inorganik maddelerden evrildiğini ispatlamış durumda. Merkezi sinir sistemi olmadan beyin olamaz ve maddi vücut, kan, kemik, kaslar vb. olmadan merkezi sinir sistemi olamaz. Vücut da maddi çevreden elde edilen yiyeceklerle ayakta kalmak zorundadır. İnsan genom projesindeki en son genetik keşifler, materyalist bakış açısı için çürütülemez deliller sağlamıştır.

Bunca zaman gizli kalmış olan genomun uzun ve karmaşık tarihinin ortaya çıkması, insan doğası ve yaratılış süreci konusunda tartışmalara yol açtı. Amerikalı öğrencilere Tanrının dünyayı altı günde yarattığını, erkeğin topraktan yaratıldığını ve ilk kadının erkeğin kaburga kemiklerinden yapıldığını öğretmek isteyen ABD’deki Yaratılışçı hareket, yirmi birinci yüzyılın ilk on yılında, Darvin’in görüşlerine akıl almaz biçimde meydan okuyor.

En son keşifler, nihayetinde Yaratılışçılık zırvasının asılsızlığını göstererek, her türün ayrı ayrı yaratıldığı ve ebedi ruhuyla İnsanın Tanrıya övgüler düzmek için özellikle yaratıldığı görüşünü etraflı biçimde yıktı. İnsanların hiç de biricik yaratıklar olmadığı şimdi açıkça ispatlanmış durumda. İnsan genom projesinin sonuçları, genlerimizin diğer türlerle ortak olduğunu, eski genlerin kimliğimizin oluşumuna yardımcı olduğunu kesin biçimde gösterdi. İnsanlar sisli zamanlara dek uzanan diğer türlerle aynı genleri paylaşıyorlar. Aslında, bu ortak genetik mirasın küçük bir parçasının izi, bakteri gibi ilkel organizmalara dek sürülebilir. Birçok durumda insanlar, farelerle, sıçanlarla, kedilerle, köpeklerle ve hatta meyve sinekleriyle tamamen aynı genlere sahipler. Gerçekten de bilim adamları şu anda insanların bakterilerle paylaştıkları 200 geni bulmuş durumdalar. Böylece, evrimin nihai kanıtı da esaslı bir biçimde saptanmış oldu. Hiçbir ilahi müdahale gerekmiyor.

Ölümden sonra yaşam?

Öyleyse, tüm bu bilimsel gelişmelere rağmen, niye hâlâ din milyonlarca insanın zihnini pençesinde tutuyor? Din, insanlara ölümden sonra bir yaşam avuntusu sunar. Felsefi materyalizm böyle bir şeyin olabilirliğini reddeder. Akıl, fikirler, ruh; tüm bunlar belli bir tarzda örgütlenmiş maddenin ürünüdür. Organik yaşam belli bir aşamada inorganik yaşamdan çıkmıştır, tıpkı basit yaşam formlarının –bakteri, tek hücreli organizmalar vb.– omurga, merkezi sinir sistemi ve beyin içeren daha karmaşık yaşam formlarına evrilmesi gibi.

Sonsuza kadar yaşama arzusu en azından uygarlık kadar eskidir, belki daha da eski. Varlığımızda, “ben” bir gün yok olacağım fikrine direnen bir şeyler var. Ve şüphesiz, bu harika dünyanın güneşini ve çiçeklerini, yüzümde hissettiğim rüzgârı, suyun sesini, sevdiklerimi sonsuza dek terk etme –sonu olmayan bir hiçlik alemine girme– fikrine katlanmak, hatta bunu anlamak çok zordur. Bu yüzden eskiden beri insanlar, içinde bir parçamızın yaşamaya devam edeceğine inanılan maddi olmayan bir ruhani dünya ile hayali bir yakınlık arayışı içinde olmuşlardır. Bu gerçekten Hıristiyanlığın en güçlü ve kalıcı mesajlarından biriydi: “Ölümden sonra da yaşayabilirim.”

Sorun şudur: günümüz toplumunda birçok kadın ve erkeğin sürdürdüğü hayat öylesine zor, öylesine katlanılmaz ve en azından öylesine anlamsızdır ki, ölümden sonra yaşam fikri bu hayata bir anlam katmanın tek yolu gibi görünmektedir. Bu çok önemli soruna sonra tekrar geleceğiz. Ama bu arada, ölümden sonra yaşam fikrinin kesin anlamını analiz edelim. Bu fikir ciddi bir analize tâbi tutulduğu anda küllere karışacaktır.

Sorun uzun süre önce anlaşılmıştı. Neo-Platonist Yunan Filozoflarından Plotinus, ölümsüzlük hakkında şöyle diyordu: “o konuşulmazdır, zira eğer ondan herhangi bir şekilde söz ederseniz onu tekilleştirirsiniz.” Aynı fikir ruha ilişkin Hint yazılarında da bulunur: “Özbenliğin, No, No (neti, neti) ile tarif edilmesi gerekir. O anlaşılmazdır, zira O anlaşılamaz.” (Bakınız A.C.Bouquet, Comparative Religion [Karşılaştırmalı Din], s.162). Bu nedenle, filozoflar ve ilahiyatçılar için ruh, Hegel’in söyleyebileceği gibi, “tüm ineklerin siyah göründüğü bir gece”den ibarettir. Fakat günlük yaşamda eğitimsiz insanlar yine de ruh ve ölümden sonra yaşam konusunda kendilerinden emin konuşurlar. Onlar bunu sanki uykudan uyanmak, uzun süredir ayrı kaldıkları sevdikleriyle mutlu bir şekilde kavuşmak ve sonra da sonsuza kadar mutlu yaşamak gibi hayal ederler.

Ruhun maddi olmadığı farz edilir. Peki maddenin olmadığı yaşam nedir? Fiziksel vücudun yok olması, bireyin hayatının sona ermesi anlamına gelir. Doğrudur, vücudumuzu meydana getiren tek tek trilyonlarca atom ortadan kaybolmaz, farklı kombinasyonlarda tekrar ortaya çıkar. Bu anlamda hepimiz ölümsüzüz, çünkü madde ne yaratılabilir ne de yok edilebilir. Bilindiği gibi, hiçbir fiziksel varlık olmamasına rağmen insan sesleri duyduklarını savunan ruhçular var. Bunun cevabı çok basit: eğer insan sesi varsa mutlaka ses telleri de olmalı, aksi takdirde insan sesinin ne olduğunu bilmeyiz! İstediğiniz şekilde deneyin, insani yaşam etkinliğimizin belirtilerinden bir tekini bile maddi bedenden ayıramazsınız.

“Ölümden sonra yaşam” yaygın fikri, aşağı yukarı yeryüzünde sürdüğümüz yaşamın bir devamıdır (çünkü başka türlüsünü bilmemiz mümkün değil). Ruh bedenden ayrıldıktan sonra, görünüşe göre, mucizevi biçimde sevdiklerimizle bir araya geldiğimiz güzel bir yerde, hastalık ve yaşlanmanın olmadığı, ebedi neşeyle dolu bir hayata “uyanır”. Bunun imkânsız olduğunu görmek için soruyu somut sormak yeterlidir. Eğer hayatı yaşamaya değer kılan tüm şeyleri, iyi yemekler yemeyi, iyi şaraplar (veya İngilizler için güzel demli bir bardak çay) içmeyi, şarkı söylemeyi, dans etmeyi, kucaklaşmayı, sevişmeyi vb. düşünürsek, tüm bu aktivitelerin ayrılmaz biçimde vücutla ve onun fiziksel özellikleriyle bağlantılı olduğu derhal aşikâr olacaktır. Konuşmak, okumak, yazmak ve düşünmek gibi daha beyinsel uğraşlar da, aynı şekilde vücut organlarımıza bağlıdır. Aynı şey nefes almak için ya da diğer herhangi bir faaliyet için de doğrudur, ki biz bunların toplamına hayatdiyoruz.

Aslında, hiçbir acı ve ıstırabın bulunmadığı bir var oluş, insanoğlu için çekilmez olurdu. Her şeyin beyaz olduğu bir dünya, her şeyin siyah olduğu bir dünya ile gerçekte aynıdır. Salt tıbbi açıdan bakıldığında, acı önemli bir işleve sahiptir. Acı yalnızca kötü bir şey değildir, aslında vücudun işlerin iyi gitmediğine dair bir uyarısıdır. Acı insanlık durumunun bir parçasıdır. Yalnızca bu da değil: Acı ve zevk diyalektik olarak birbiriyle ilişkilidir. Acı yoksa zevk de olamaz. Don Kişot, Sanço Panza’ya en iyi sosun açlık olduğunu anlatıyordu. Keza yorucu bir çalışma döneminden sonra çok daha iyi dinleniriz.

Aynı şekilde, ölüm hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. Yaşam, ölüm olmadan kavranamaz. Doğduğumuz anda ölmeye başlarız, aslında hayatı ve insan gelişimini oluşturan şey trilyonlarca hücrenin ölmesi ve trilyonlarca yeni hücre ile yer değiştirmesidir. Ölüm olmasaydı hayat olmazdı, büyüme olmazdı, değişim olmazdı, gelişme olmazdı. Bu yüzden yaşamdan ölümü def etme girişimi –eğer bu iki şey birbirinden ayrılabilseydi– mutlak bir sabitlik, değişmezlik, statik denge durumuna ulaşmaktır. Fakat bu yalnızca ölümün bir başka adıdır. Değişim ve hareket olmadan yaşam olamaz.

Peki başka bir yaşama inanmanın ne zararı olabilir? Pek bir zararı yok gibi görünebilir. Ama insanları yanlış eğitmek ve onları, hayatlarını bir yanılsama etrafında inşa etmeleri için teşvik etmek, arzu edilir bir şey midir? Dünyayı ve kendimizi değiştirmek için gerekli bilgiyi, tüm yanılsamaları ardımızda bıraktığımız ve dünyayı ve kendimizi gerçekte olduğumuz gibi gördüğümüz ölçüde elde edebiliriz.

Bireyler olarak bizim ne olduğumuz, maddi bedenlerimiz ile yakından alâkalıdır ve bunlardan ayrı ve bunların dışında bir varlığa sahip değildir. Bizler doğarız, yaşarız ve ölürüz, tıpkı evrendeki diğer tüm canlı organizmalar gibi. Her nesil kendi yaşamını sürmek ve sonra bizim yerimizi alması mukadder olan yeni nesillere yolu açmak zorundadır. Ölümsüzlük özlemi, sonsuza kadar yaşama hakkı tasavvuru, temelinde bencilce ve gerçekdışıdır. Varolmayan “öteki dünya” için zamanını boşa harcamaktansa, bu dünyayı yaşanacak bir yer haline getirmek için çaba harcamak gerekir. Çünkü bu dünyaya doğmuş insanların büyük çoğunluğu için, sorun ölümden sonra yaşamın olup olmadığı değil, aksine ölümden önce yaşamın olup olmadığıdır.

Bu yaşamın hızla uçup gittiğini ve bizim ve sevdiklerimizin daima burada olmayacağımızı bilmek, bir umutsuzluk nedeni olmaktan çok, bizlere tutkulu bir yaşam sevgisi ve her şeyi daha iyi yapma arzusu aşılamalıdır. Her çiçeğin solmak için doğduğunu ve bir anlamda açmanın geçiciliğinin ona trajik bir güzellik verdiğini bilmekteyiz. Fakat doğanın her ilkbaharda yeniden canlandığını, yaşayan her şeyin özü olan doğum ve ölüm sonsuz döngüsünün yaşama acı-tatlı tadını veren şey olduğunu, komedi ve trajedinin, kahkaha ve gözyaşlarının yaşamı insani duyguların zengin mozaiği haline getirdiğini de biliyoruz. Bu bizim insan olarak kaçamayacağımız kaderimiz. Çünkü bizler tanrı değil insanız ve insanlık durumumuzu kabul etmeliyiz. Tanrılar karşısında dezavantajlarımız var, bizler ölümlüyüz. Ama onlar karşısında avantajlarımız da var; onlar sadece bedensiz hayal ürünleriyken, bizler etimizle kanımızla gerçekten varız.