.: Hümanist Psikanalizin Marx’ın Teorisine Uygulanması – Erich Fromm

Marksizm hümanizmdir, insancıllıktır ve hedefi, insanın saklı kalmış yeteneklerinin tümünün ortaya çıkarılmasıdır. Söz konusu bu insan yalnızca düşünceleri veya bilinci ile beliren bir insan değil, maddi ve ruhsal özellikleriyle, toplumsal bir çevre içinde yaşayan ve yaşamak için de üretmek zorunda olan gerçek bir insandır. Her şeyiyle insan (ve aynı zamanda bilinci) Marksist düşüncenin ilgi alanıdır ve bu gerçek, Marx’ın “maddeciliği “ni hem Hegel’in idealizminden, hem de “yozlaşmış ekonomici-mekanikçi Marksizm “den ayırmaktadır. İnsana, soyut ve yabancılaşmış ifadelerle yaklaşan ekonomik ve felsefî kategorilerin zincirlerini kırmak ve felsefe ile ekonomiyi tutku ve duygulara uygulamak Marx’ın en büyük başarısıydı. Marx’ın ilgi alanı insandı ve gayesi, insanın maddf çıkarların kıskacından ve kendi eylem ve düzenlemeleri sonucunda, yine kendi çevresinde ördüğü hapishane duvarlarından kurtulup “özgürlüğüne” kavuşmasıydı. Eğer insan Marx’ın bu kaygısını anlamazsa, ne onun teorisini, ne de Marksizm’i uyguladığını iddia eden pek çoklarının ona ters düşmesini anlayabilir. Her ne kadar Marx’ın temel eserine “Kapital” adı verilmişse de, bu eser tüm araştırmaları arasında sadece bir adım olarak düşünülmüştü ve onun ardından bir felsefe tarihi gelecekti. Marx için sermayenin incelenmesi, insanın sınaî bir toplumdaki bozulmaya uğramış durumunu anlamak için kullanılması gereken bir eleştiri aracıydı. Yazabilseydi adını “İnsan ve Toplum Üzerine” koyabileceği büyük eseri için bir adımdı bu ancak.

“Genç” Marx olarak da, Kapital’in yazarı olarak da, Marx’ın eserleri psikolojik kavramlarla doludur. Kullandığı önemli kavramlardan bazıları: “İnsanın özü”, “bozulmaya uğramış insan”, “yabancılaşma”, “bilinç”, “tutkulu çabalar” ve “bağımsızlık”tır. Ama buna rağmen ahlâk anlayışı sistemli bir psikolojiye dayanan Aristo ve Spinoza ile bir tezat oluşturan Marx’ın eserlerinde hemen hiç bir psikoloji teorisi yoktur. Açlık ve cinsellik gibi sabit dürtüler arasındaki farkla ilgili birkaç bölük pörçük irdelemeyi bir kenara koyarsak, Marx’ın yazılarında üzerinde durulacak hemen hiç bir psikoloji konusu yoktur ve tabii bu, onun izinden gidenler için de geçerlidir. Bu eksikliğin nedeni psikolojik olguları çözümlemek için gereken beceri ya da ilginin olmayı¬şında yatmaz. (Marx’la Engels arasındaki mektuplaşmanın kısaltılmamış halini içeren ciltler, üstün yetenekli bir psikanaliste bile puan kazandırabilecek nitelikte bilinçdışı motivasyonları derinlemesine inceleyen bir kabiliyeti sergiler.) Gerçek sebep, Marx’ın yaşadığı yıllarda, onun insan sorunlarına uygulayabileceği bir “dinamik psikolojinin olmayışıydı. Marx 1883′te öldü; Freud ise eserlerini Marx’ın ölümünden sonra yayımlamaya başladı.

Marx’ın çözümlemesini tamamlamak için gereken psikoloji, birçok eklemelere ihtiyaç duyulsa da, Freud’un ortaya koyduğu ile aynıydı. Psikanaliz, her şeyden önce, bir dinamik psikolojidir. İnsan davranışlarını, eylem, duygu ve fikirlerini harekete geçiren ruhsal etmenlerle ilgilenir. Bu etmenler her zaman bu özellikleriyle, yani gerçekten oldukları gibi görülemezler; gözlenebilen olgulardan çıkarılmaları ve çelişkileri ile dönüşümleri bakımından incelenmeleri gerekir. Marksist düşünüşe yararlı olması için, bir psikolojinin, bu ruhsal etmenlerin evrimini, insanın ihtiyaçlarıyla, parçası olduğu toplumsal ve tarihsel gerçekler arasındaki sürekli bir etkileşim süreci olarak görmesi de daha doğru olur. Bu psikolojinin başlangıcından itibaren sosyal bir psikoloji olması da gerekir. Son olarak, eleştirici bir psikoloji olmalı, özellikle insan bilinci konusuna eleştirici bir gözle bakmalıdır.

Freud’un psikanalizi, (Marksist düşünce için önemi ne Freudcular ne de Marksistler tarafından anlaşılamamış olsa da) bu temel şartları yerine getirir. Buna rağmen Marksizm ile ilişki kurmakta gösterilen bu başarısızlığın nedenleri, her iki tarafın da yaptıkları hatalara dayanır. Marksistler psikolojiye önem vermeme geleneğini sürdürdüler; Freud ve müritleri de düşüncelerini mekanik maddecilik çerçevesinde ele aldılar. Oysa bu, Freud’un büyük buluşlarının geliştirilmesi açısından kısıtlayıcı olduğu gibi “tarihsel maddecilik” ile de bağdaşmıyordu.

Bu arada, bazı yeni gelişmeler de meydana geldi. Bunların en önemlisi Marksist hümanizmin canlanmasıdır. Özellikle küçük ülkelerdeki çok sayıda Marksist ve Batı’da bulunanların da bir kısmı, Marksist teorinin insanı açıklayan bir psikolojik teoriye ihtiyacı olduğunun farkına vardılar. Farkına vardıkları bir başka gerçek de şuydu: Sosyalizm insanın bir “yönelim ve kendini adama sistemi”ne duyduğu ihtiyacı karşılamalı, ayrıca insanın kim olduğu ve hayatın anlam ve amacının ne olması gerektiği gibi sorularla ilgilenmelidir. “İyi, devrime hizmet edendir” gibi boş sloganları geride bırakıp, ahlâki ölçülerin ve manevî gelişmenin temeli olmalıdır.

Öte yandan, Freud’un düşünüşünün temelini oluşturan mekanik maddeciliğe karşı yükselen itirazlar, psikanalizin ve özellikle de libido teorisinin eleştirilerek, yeniden değerlendirilmesine yol açtı. Hem Marksist, hem de psikanalizci akımlardaki gelişmeler sayesinde, hümanist Marksistlerin dinamik, eleştirici ve topluma dönük gelişmeler için psikolojinin hayati bir önemi olduğunu (ve insanı merkez alan bir teorinin psikoloji olmadan yapamayacağını) kabul etmelerinin zamanı gelmiştir. Bu yazım¬da, hümanist psikanalizin uğraşmış olduğu ya da ilgilenmesi gereken ana sorunlardan bazılarına işaret etmek istiyorum.

Ele alınması gereken ilk sorun “toplumsal karakter “sorunudur, yani (millet veya sınıf gibi) bir grubun, üyelerinin hareket ve düşüncelerini etkin biçimde belirleyen ortak karakter kalıbıdır. Bu kavram, Freud’un karakter kavramının özel bir gelişmesidir (uzantısı) ve özü, karakterin hep bir değişim ve hareket halinde (dinamik) oluşu fikrinden kaynaklanır. Freud karakteri, libidonun değişik türlerdeki uğraşlarının bir tezahürü olarak düşünürdü, başka bir deyişle belli hedeflere yönelen ve belli kaynaklardan gelen ruhsal enerji olarak değerlendirirdi. Oral, anal ve genital karakter kavramlarıyla Freud, davranışı, belirli duygu yüklü çabaların ürünü olarak açıklayan yeni bir karakter modelini tanıtmıştı. Freud bu çabaların yön ve şiddetinin, çocukluğun ilk dönemlerinde “haz veren bölgeler”le ilgili (ağız, makat, cinsel organlar) yaşananların sonucu olduğunu varsayıyordu. Öteki varsayımı, beden uzuvları hesaba katılmazsa, libidonun gelişmesinden esas sorumlunun ana ve babanın davranışları olduğuydu.

Toplumsal karakter kavramı, bir grubun paylaştığı karakter yapısının kalıbına işaret eder. Toplumsal karakterin biçimlen-mesindeki temel etkenin, üretim biçimi ve bundan doğan toplumsal tabakalaşmanın yarattığı hayat pratiği olduğunu varsayar. Toplumsal karakter, herhangi bir toplumun işlemesi için gereken ve o toplum tarafından şekil verilen ruhsal enerjinin özel bir yapısıdır. Ortalama bir kişi, yapmak zorunda olduğu bazı şeylere yönelmeli ve davranışları “bu uğurda” olmalıdır. Böylelikle bir yandan toplumun kendi enerjisini toplumsal hedefler için kullanmasına izin verir, beri yandan da o kişi normal yaşantısını sürdürür.

İnsan enerjisi toplumun işleyişi içinde, genelde basit maddî enerji olarak (toprağı süren ya da yol yapan işçiler gibi) ve kısmen de ruhsal/manevi enerjinin kendine has biçimleri olarak görünür. Öteki kabilelere saldırıp, soyarak yaşayan bir ilkel topluluğun üyesi, savaşçı bir karaktere sahip bulunmalı, savaşma, öldürme ve soyma hırsıyla dolu olmalıdır. Tarımla geçinen barışcı bir kabilenin üyeleri ise, şiddete değil, işbirliğine eğilimli olmalıdırlar. Feodal bir toplum, ancak bireylerin otoriteye itaat edilmesi ve kendilerinden rütbece yukarıda olanlara saygı ve hayranlık duyulması için çaba harcamaları sonucunda iyi işler.

Kapitalizm ise, ancak insanların çalışmaya hevesli, disiplinli, dakik olmaları ve en çok ilgilendikleri şeyin para kazanmak olması, aynca hayattaki temel ilkelerinin üretim ve alışverişten doğan kâr üzerinde yoğunlaşması halinde yürüyebilir.

Kapitalizm ondokuzuncu yüzyılda, biriktirmeyi seven kimselere ihtiyaç duyuyordu; yirminci yüzyılın ortasında ise, delice harcamayı ve tüketmeyi seven insanlara gerek duyuyor. Toplumsal karakter, insan enerjisinin bir üretim gücü olarak kullanılmak üzere, toplumsal süreç esnasında kalıba dökülerek aldığı biçimdir.

Toplumsal karakter, bir toplumun elindeki bütün etkileme yollarıyla pekiştirilir. Eğitim sistemiyle, diniyle, edebiyatı, şarkıları, şakaları, görenekleri ve en önemlisi ana-babaların çocukları yetiştirme yöntemleriyle. Bu sonuncu öğe çok önemlidir, çünkü bireylerin karakter yapıları büyük ölçüde hayatlarının ilk beşaltı yılında şekillenir. Ancak ana-babanın etkisi, aslında klâsik psikanalistlerin inandığı gibi bireysel bir biçimde yansımaz. Ana-babalar hem kendi karakterleri yoluyla, hem de eğitim yöntemleriyle, aslında toplumun kullandığı aracılardır. Birbirlerinden çok az farklıdırlar ve genellikle bu farklar, toplumsal karakter kalıbının toplumca istenen tarzda yaratılmasında pek de bir değişiklik oluşturmazlar.

Herhangi bir toplumda, toplumsal karakter kavramının formüle edilebilmesi, Freud’un karakter kavramının temeli olan libido teorisinin bir yorumu olarak ortaya çıkar. Libido teorisi, insanı bir makine kabul eden mekanikçi anlayıştan kaynaklanır. Buna göre libido, (kendini sürdürme dürtüsü kenara bırakılırsa) bir enerji kaynağıdır ve “haz ilkesi”yle yönetilir. Bu ilke, libidonun artan geriliminin olağan düzeyine indirilmesi çabası olarak dikkati çeker. Ben, bu anlayışa karşıt olarak (özellikle “Kendini Savunan İnsan” adlı kitabımda) göstermeye çalıştım ki, öncelikle toplumsal bir varlık olan insanın çeşitli çabaları, nesneleri kendine uydurmaya ve toplumsallaşmaya duyduğu ihtiyacın sonucu olarak meydana gelir. Kendine uydurma ve toplumsallaşmanın biçimleri de, içinde bulunduğu çevreye ve onun yapısına göre değişir. Bu anlayışta insan, hedefleri olan öteki insanlara ve doğaya yönelik duygu yüklü çabaları ve kendini dünyaya bağlama ihtiyacıyla tanımlanmış görünür. Toplumsal karakter kavramı, Marksist teoride yeteri kadar ilgilenilmemiş olan önemli sorulara cevap vermektedir.

Niçin bir toplum, sistem onlara zarar verse ve mantıkları topluma bağlılıklarının onlara zararlı olduğunu söylese bile üyelerinin çoğunun desteğini kazanmayı başarıyor? Niçin insanların gerçek çıkarları, her türlü ideolojik etkileme ve beyin yıkamanın ürettiği uydurma çıkarlardan daha ağır basmamıştır? Niçin sınıf bilinci ve sosyalizmin avantajlarına ilişkin idrakler Marx’ın umduğu kadar etkili olamadı? İşte bu soruların cevapları toplumsal karakter olgusunda yatar. Bir toplum, ortalama bir kişinin karakter yapısını, yapmak zorunda olduğu şeyi sevecek şekilde etkilemeyi bir kere başardı mı, o kimse toplumun ona sunduğu koşullarla tatmin olur. Ibsen’in kahramanlarından birinin dediği gibi, “istediği her şeyi yapabilir, çünkü yalnız yapabileceği şeyleri ister.” Boyun eğmek gibi şeylerle tatmin olan bir toplumsal karakterin yozlaşmış bir karakter olduğunu söylemeye gerek var mı? Ama böyle bir karakter yozlaşmış olsa da, olmasa da “iyi” işlemesi için boyun eğen insanlar isteyen bir toplumun işine yarar.

Toplumsal karakter kavramı, bunun yanı sıra bir toplumun maddî temeliyle “ideolojik üstyapısı” arasındaki bağı açıklamaya da yarar. Çoğu kere Marx, ideolojik üst yapının ekonomik temelin yansımasından başka bir şey olmadığını ima ettiği şeklinde yorumlanmıştır. Bu yorum doğru değildir. Gerçek şu ki, Marx’ın teorisinde, temel ile üst yapı arasındaki ilişkinin özellikleri yeterince açıklanmamıştır. Bir dinamik psikolojisi teorisi, önce toplumun toplumsal karakteri ürettiğini ve sonra da ondan beslenen fikir ve ideolojileri geliştirip, onlara tutunmaya ya da dayanmaya eğilimli olduğunu gösterebilir. Oysa ki belli bir toplumsal karakteri yaratan (o da belli fikirler yaratır) yalnızca ekonomik temel değildir. Fikirler bir kere yaratıldılar mı, toplumsal karakteri ve dolaylı olarak toplumsal ekonomik yapıyı da etkilerler. Benim burada üzerinde durduğum şey şu; toplumsal karakter, sosyo-ekonomik yapı ile bir toplumda yaygın olan fikir ve idealler arasında aracı durumundadır. Her iki yönde de aracıdır, ekonomik temelden fikirlere ve fikirlerden ekonomik temele. Aşağıdaki taslak bu anlayışı ifade eder:

a-Ekonomik Temel
b-Toplumsal Karakter
c-Fikirler ve idealler

Toplumsal karakter kavramı, insan enerjisinin herhangi bir başka hammadde gibi, bir toplum tarafından o toplumun ihtiyaçları ve amaçları için nasıl kullanıldığını açıklayabilir. Aslında, insan, doğal güçlerin en esneklerinden biridir; hemen her maksada âlet edilebilir; nefret etmesi ya da işbirliği yapması, boyun eğmesi veya baş kaldırması, ızdıraptan ya da mutluluktan hoşlanması sağlanabilir.

Bunların hepsi doğru olmasına rağmen, insanın varoluş sorununu sadece, insanî güçlerini tam olarak ortaya koymak yoluyla çözebileceği de bir gerçektir. Bir toplum insanı ne kadar bozarsa, insan da bu durumdan o kadar rahatsız olur, payına düşenden memnun olsa bile, bu böyledir. Çünkü bilinçaltında tatminsizdir ve sonunda onu kendisini yozlaştıran toplumsal yapıları değiştirmeye iten unsur da, yine bu duyumsuzluğun kendisidir. Bunu yapamazsa, sürekli hastalık yaratan bu toplum biçimi, insanları da birlikte sürükleyerek, yok olacaktır. Toplumsal değişme ve devrim yalnızca eski toplumsal kurumlarla çatışan yeni üretim güçleri tarafından değil, aynı zamanda insanlık dışı toplumsal koşullarla, değiştirilemeyen insan ihtiyaçları arasındaki çelişkiden de doğabilir. İnsana hemen hemen her şey yapabilirsiniz, fakat ancak “hemen hemen”. Nitekim insanlığın özgürlük savaşının tarihi de, bu ilkenin en etkili ifadesidir.

Toplumsal karakter kavramı sadece kendini genel eleştirilere açık tutan teorik bir kavram değildir. Belli bir tutumda ya da toplumsal sınıfta çeşitli türlerden toplumsal karakterlerin sıklığını bulmak isteyen deneysel çalışmalar için de yararlı ve önemlidir. “Köylü karakterini bireyci, istifçi, inatçı, iş birliğine pek yaklaşmayan, zaman ve dakiklikle fazla ilgisi olmayan diye tanımladığımızı kabul edersek, bu belirtilerin bütünü, çeşitli değişik niteliklerin toplamı değil, enerji dolu tek bir yapı olarak ortaya çıkar. Herhangi bir biçimde bu özelliklerin değiştirilmesi için girişimler olursa, bu yapı, ya şiddetle ya da sessiz engelleme yoluyla yoğun bir direniş gösterecektir. Ona sunulacak olan ekonomik avantajlar bile kolayca sonuç vermıeyecektir. Bu sendrom varlığını, köylü hayatının binlerce yıldır tipik özelliği olan, bilinen üretim biçimine borçludur. Aynı şey, yıldızı sönmekte olan bir alt-orta sınıf için de geçerlidir; ister Hitler’i iktidara getirmiş olanlar, isterse de A.B.D.’nin Güneyi’ndeki yoksul beyazlar olsun.

Bu gibi gruplarda, her türlü olumlu kültürel uyaranın yokluğu, toplumun ilerlemesi yüzünden geride kalmış olmaktan duydukları içerleme ve bir zamanlar onlara gurur veren imajları yıkanlara yönelen nefret onlarda; ölüm sevgisi (nekrofili), kan bağı tutkusu, toprak anaya aşırı ve sağlıksız bir düşkünlük ve yoğun grup narsisizminden meydana gelen bir karakter sendromu yaratır. Bu türlü bir grup narsisizmi, ifadesini aşırı milliyetçilik ve ırkçılıkta bulur.

Son bir örnek: Sanayi işçisinin karakter yapısında, dakiklik ve kesinlik, disiplin ve takım çalışmasına uyum gibi özellikler bulunur. Böylesi karakter özelliklerinden oluşan bu küme, bir sanayi işçisinin üstüne düşeni yapabilmesi için gerekenin asgarisidir. Bağımlılık-bağımsızlık, ilgi-kayıtsızlık, etkinilik-edilginlik gibi öteki farklar, günümüzde ve gelecekte işçinin karakter yapısı için son derecede önemli olmalarına rağmen, bu noktada göz önüne alınmadı.)