İnsan, toplum ve din…

Din üzerine her çalışma dinin tanımını yaparak başlar. Çoğu zaman sözlük anlamının ötesine geçmeyen bu tanımlarla dini, onun toplum ve insan yaşamı üzerindeki etkisi anlatılmak istenir. Bu türden girişimlerin çoğu kez başarısız girişimler olduğu daha yazım aşamasında kendini belli eder.

Biz konunun zor ve çok karmaşık olduğunu bildiğimizden; din sorununa bir nokta koymak iddiasında olmadığımızı söyleyerek söze başlamak istiyoruz. Bu nedenle de dinin bir tanımını yapmaktan kaçınacağız. Bizim yapmak istediğimiz insanın gündelik yaşamında ve toplum içinde algılandığı biçimiyle dini ele alışını anlama çabasından başka bir anlam ifade etmemektedir…

Kendimizi sınırladığımız ve çalışmamızı dar bir alana sıkıştırdığımız düşünülebilir. Ancak yazının bütünü içinde görüleceği gibi aksine bu sınırlama dini anlama açısından önemli ve gerekli olduğu gibi daha zor bir alana yöneldiğimiz görülecektir.

İnsanın hiç görmediği, görmesinin hiç olanağının olmadığı bir şeye (kutsala) inanmasını anlamak son derece zordur.

İnsanlar gündelik yaşamlarında eğitim düzeyleri ne olursa olsun öyle kolay her söylenene inanmazlar. Kendilerince konu ne olursa olsun bir kanıt, elle tutulur maddi bir veri, daha olmadı akla uygun bir açıklamayı talep ederler.

Ancak söz konusu olan din ve tanrı düşüncesi olunca burada kanıt, belge, akla mantığa uygunluk hemen bir kenara bırakılabilir. Bu kayıtsız teslim olmayı açıklamak ve anlamak son derece zordur.

Din ve tanrı düşüncesi, bir kutsala inanma değişik eğitim düzeyinde insanda rastladığımız bir olgudur. Din birçoklarının sandığı gibi cahillerin inandığı, kabul ettiği bir şey değildir. Oldukça iyi bir eğitim düzeyi ve/veya öğrenim görmüş kesimler arasında da dinin yaygın olduğu oldukça katı kurallara uyularak inanan bulduğu bilinmektedir.

Din ve dindarlığın eğitim düzeyi ile bir ilgisini kurmak olanaklı değil. Yapılan araştırmalarda din ve dindarlığın yaşla da doğrudan bir ilgisi olmadığı ortaya çıkmış bulunuyor. Ancak dinin ve dindarlığın üretim ve üretim süreci ile doğrudan ve bu dolayımda da yaşla bir ilgisini kurmak mümkün. Yapılan araştırmalar genç yaşlar ile ilerleyen yaşlarda dindarlığın artığını ortaya koymakta. Bunun açık ifadesi orta yaşlarda insanların üretim içinde olmasının sonucu din ve didarlıkla pek ilgilenmedikleri sonucu çıkıyor. Büyük olasılıkla çalışma yaşamı ve gündelik sorunları ile boğuşan insanın dine ve didarlığa kapılarını kısmen kapadığı anlamına geliyor.

Bu bizim gibi güçlü bir işsizler ordusu olan ülkeler için pek de anlamlı bir araştırma sonucu olmuyor.

Dini, ideolojik dizgeler içinde gören, değerlendiren olduğu gibi onu tüm diğer ideolojik dizgelerin dışında gören çevreler de var. Tutku ile sarınılmış her düşünce inanç sonuçta tabuları ve dogmaları ile dinin toplum ve insan üzerindeki etkisine eş bir etkide bulunur. Dinin Kutsalın buyruklarını içermesi ile ideoloji olamayacağı bu yanı ile ideolojilerden ayrılması gerektiği noktasında itirazlar var.

Dinin ideolojik dizgeler içinde görülmesi ona verilen önem ve yüklenen doğaüstü değeri yadsımadığı gibi onun insan ve toplum üzerindeki etkisini yok saymamıza neden olmaz. Din diğer ideolojik dizgelerden farklı olarak mistik etkisi ile diğer tüm düşünsel dizgelerden farklı bir etki alanına sahiptir. Bu da onu diğer düşünsel dizgelerinden ayırmayı gerekli kılıyor.

Değişik kesimler tarafından din üzerine yazılmış son derece kapsamlı kitaplar olmakla birlikte biz bu yazımızda o çalışmalardan da yararlanarak dinin daha çok gündelik yaşamımıza nasıl ve hangi gerekçelerle girdiğini, yaşamı nasıl şekillendirdiği üzerinde duracağız.

Girdiğimiz birçok tartışmada sıklıkla karşılaştığımız dine ve onun kutsalına inanmanın insan yaşamını, gündelik hayatın akışını etkilemeyeceğini anlatmak için kullanılan “ne kaybedersin” önermesi gerçekten haklı mı?

Dine inanmak onun kutsalına bağlanmak gündelik yaşamımızı hiç etkilemeyeceği savı doğru olmadığı gibi kasıtlı değilse de bir aldatmaca işlevi görür. Ama daha da ilginç olan; Bu savı ileri sürenlerin sanıldığı kadar dinsel inançlarına bağlı olmadığının onu gerektiğinde görmezden geldiklerini de dolaylı yolla anlatıyor olmasıdır.

Din gerçekten söylendiği gibi insan yaşamının bir olmazsa olmazı mıdır?

Dinsiz bir yaşam sürdürmek mümkün müdür?

Söylendiği ve yaygın inanıldığının aksine din insan yaşamının bir olmazsa olmazı değildir. O birçok açıdan insanın yaşamını kolaylaştırabileceği gibi zorlaştırıcı bir etkide de bulunabilir.

Her aklı başında insanın çok da derin bir araştırmaya gerek bırakmayacak bir akıl yürütme ile varabileceği sonuçlar bize insan varlığının önkoşulları arasında dinin olmadığını gösterir. Ancak yaşanan gerçek hiçte böyle değildir. Din, insanın yaşamının büyük bir kesiminde etkin bir rol oynar. İnsan için en olmazsa olmaz olan doğa ve toplum gibi olguların önüne geçer. Bu unsurlardan daha fazla değer ve önem kazanır. Doğayı ve toplumu anlamanın ve bilmenin bir aracına dönüşür. Kuşkusuz bu gerçeğin tepesi üstü çevrilmesi anlamına geliyor. Bu noktadan sonra toplumu ve doğayı kendi nesnelliği içinde algılama ve anlama şansımız olmaz. Dinin bakış açısına uygun/uydurulan bir doğa, toplum algılaması hiç kuşkusuz dinin doğası gereği öznel bir algılamadır. Bu bakış açısıyla din, doğa, toplum ve kendisi –din- hakkında doğru bir bilgilenmenin de engeli olur.

İnsanın varlığını sürdürmesi ve var olabilmesi dine bağlı değilken bu kadar üzerinde düşünülen, tartışılmasını zorunlu kılan nedir?

İnsan için yaşamsal bir önemi olmadığı halde yaşamsal öneme sahip diğer konuların önüne geçmesi dini/dinleri sürekli gündemde tutmuştur.

Din gündelik hayata en çok üzerine konuşulan konulardan biridir. Doğrudan konuşulmadığı zaman dahi din hayatımızın içinde bir şekilde yer alır. Üzerine en çok araştırma yapılan, yazılıp çizilen konulardan biridir de din. Ancak dinler üzerine bunca düşünülüp konuşulması ve yazılıp çizilmesine rağmen en az bilinen konulardan biri olması da son derece ilginçtir.

İnançların bir birini ret eden öğelerinin birlikte bir bütünü oluşturması onun anlaşılmasını ve kavranmasını zorlaştırır. Din asla kedi içinde çelişkilerden arındırılacak bir yapıya kavuşturulamaz. Bu alandaki her çaba bir anlamda boşa bir çaba olmaktan öteye gidemez. Dini içerdiği çelişkilerden arındırdığımızda zaten din olmaz…

Özelikle dinlerin ikili bir karakteri olduğunu belirtmek gerekir. Birincisi; kitabi olan ve genel geçer kabul gören din ve ikincisi; halkın gündelik yaşamında şekillenen yaşayan dindir. Kitabi dinin kurumsallaşması ve dayatmalarına tepki olarak mistik bir inanışın halk arasında yaşama şansı bulduğunu her dinde görmekteyiz.

Bu ikili özellik onu karmaşıklaştırır. Aynı inanç içinde olan insanların genel kabul edilen inanış ile kendi nesnel gerçekliğinden hareketle oluşturduğu inanış iç içe girer. Burada bir de kişiselleşmesi söz konusu olduğundan durum hepten karmaşık bir hal alır. Bütün bu farklılıklar hem bir birliği hem de bir karşıtlığı içinde saklar. Belki de üzerinde bunca düşünülmesi, tartışılmasını zorunlu kılan neden genelde aynı olduğuna inanılan inancın gerçeklikte resmi düzlem, toplumsal kabuller ve bireysel olarak algılamalardaki farklılıklardır.

Bu insan ile ilgili, insanın içinde olduğu her süreçte aynıdır. İnsan bir yanıyla toplumsal bir varlık iken diğer yanıyla bireysel bir varlıktır. Yaşamını sürdürmesi toplumsal varlığından beslenirken zaman zamanda bireysel var oluşu toplumsal olan ile çelişir. Bireysel varlığının sürmesi bazen toplumsal olanı arkaya iter ve/veya toplumu bireysel yararı için kullanır. Bu yaklaşış biçimi dinsel inançlar da bir farklılık göstermez.

Sonuçta toplum ve toplumların var ettiği inançlarında dâhil tüm ekonomik ve siyasal sistemler insanın varlığını anlama, anlamlandırma ve sürdürme çabalarının ürünüdürler.

Dinlerin tarihi bize; dinin insana duyduğu gereksinim insanın dine duyduğundan daha büyük olduğudur. İnsanın olmadığı bir din olmazdı. Ancak dinin olmadığı toplumlar veya kişiler pek ala olabiliyor.

Bu basit mantıkla din insana, insanın ona duyduğu ihtiyaçtan daha büyük bir ihtiyaç duyar demekte bir sakınca olmadığı ortaya çıkıyor.

İnsan içine doğduğu doğa ve toplum gibi bir dinin içine doğar. Önemlilik sırası doğa, toplum ve din olmakla birlikte insanın yaşamında dinin önemi doğa ve toplumdan önce gelir. Tüm karmaşıklığına rağmen bunun çok basit bir nedeni olduğunu düşünüyoruz.

Doğa ve toplum anlaşılmayı bekler. İnsanı buna zorlar. Ancak dinin anlaşılma gibi bir kaygısı yoktur. O sadece inanılmayı şart koşar. Kayıtsız şartsız bir inanma ve kabul ediş beklentisi vardır. Din üzerine düşünmeler, araştırmalar ve onca kafa yormaların asıl nedeni bu kayıtsız şartsız teslim oluşa ussal bir anlam kazandırma denemesinden başka bir şey değildir. Ancak bu konuda ki her deneme sıradan inanan insan için pek bir anlam ifade etmez.

Günümüz insanı için ilk bakışta dinin insandan talebinin daha zor olduğu düşünülebilir. Zira bu gün insan her eyleminin bilinci ile yönlendirilmiş olmasına değer verir ve bilinci ile var olduğu ile övünür.

Ancak insan söylediğinin aksine kolaya kaçmayı ve teslim olmayı sever. Dinlerin kolaycı ve insanın edilgen yanına seslenen özelliği onun varlığını ve varlığının sürmesini olanaklı kılar. Burada insanın yüzyıllar içindeki düşünme ve davranış alışkanlıklarının sürmesi ve geçmişten günümüze kuşaktan kuşağa aktarılan kalıpların varlığı da önemli bir etmendir. Elbette geçmişten gelen birçok düşünme ve davranış alışkanlığı anlam değiştirmiş ve farklılaşmıştır. Bir zamanlar yaşamsal önemde olan bu düşüme ve davranış kalıpları bu gün yaşamın daha rahat ve kolaycı sürdürülmesinin araçları olmuşlardır. Çok basit bir söylemle ilkel insan için güvenli yaşam alanı, mağarayı terk edip odun veya yiyecek toplamaya çıkması, avlanmaya gitmesi bir daha mağarasına dönememesi olabildiği gibi eli boş dönmesi anlamına gelebiliyordu. Vahşet çağının insanı için bir bizonun boynuzlaması ile ölmek veya bir vahşi hayvana yem olmak sıradan bir olaydı. Bu gün ise evden çıkıp işe giden akşam hala bir iş sahibi olarak eve dönebilmek insan için son derece önemlidir. Ve modern insanın var ettiği birçok tehlike vahşi hayvanlardan çok da az tehlikeli değil.

Hasan KAYA
27 Eylül 2012