.: Kapital – Ahmet İnsel

Ben bugün size, yarım saat içinde Marx’ın Kapital’i üzerinden kendi izlenimlerimi aktaracağım. Çünkü, bu tür konuşmalarda bir ders vermek ya da detaylı bir okuma yapmaktan ziyade, edindiğim genel izlenimi ve bu okumanın bana bıraktıklarını aktarmayı tercih ederim. Kapital’in ne kadar önemli bir kitap olduğunu söylemeye lüzum yok. 19. yüzyıl içindeki ilk 10-20 eser sayılsa, herhalde bunların içinde ön sırada gelecek olan eserlerden birisi, Marx’ınkidir. Ve sadece bir iktisat kitabı değildir Kapital. Bir felsefe kitabı da olmamakla birlikte, siyaset felsefesi bağlamında bir okuma yapmanın mümkün olduğu bir kitaptır. Bildiğiniz gibi, siyaset felsefesi bağlamında Marx’ın Kapital’inin okuma biçimleri üzerine tartışmalar, özellikle 1960’larda Althusser’in getirdiği Kapital okuması ile yeniden başlamıştı. Hatta Althusser Kapital’in Fransızca’ya yapılan yeni bir çevirisine yazdığı önsözde, Kapital’in işçi sınıfı veya emekçiler açısından okunabilir olması için bazı bölümlerinin okunmaması gerektiğini, bazı bölümlerinde Hegelci izler olduğunu, bazı bölümlerinde de Marx’ın gerçekten gününün geçtiğini iddia etmişti. “Kapital’in hangi bölümleri bilimseldir; hangi bölümleri bilimsel değildir?” gibi bir iddiayla işe girmişti.

Bence biraz, hatta aşırı bilimci bir yaklaşımdı Althusser’inki. Ama o zaman Althusser’in bu söylediklerinin içeriğinde, artık bugün pek tartışılmamakla beraber, bugüne pek iz bırakmamış olmakla beraber, şöyle bir temenni vardı ve zannediyorum o temenni etkisini sürdürmeye devam ediyor: Genel olarak iktisatçılar veya Marksistler, Marx’ı, daha popüler diyelim, daha siyasi, -okunması kolay anlamında demiyorum- ama mesajı daha açık olan kitaplardan tanıyorlardı. Komünist Manifesto’dan tanıyorlardı veyahut daha siyasi Gotha Programının Eleştirisi gibi kitaplardan tanıyorlardı, broşürlerden tanıyorlardı. Sömürüyü ücretli emek üzerine olan broşürden tanıyorlardı.

Bu tartışmalarla beraber, yeniden, Kapital’in başlı başına okunması ihtiyacı doğdu. Hemen hemen her yerde, 1960’lardan itibaren Kapital yeniden tercüme edildi ve yeniden bütün ciltleriyle okunur hale geldi. O kadar da keyifli bir okuma değildir bildiğiniz gibi. Kapital bayağı sıkıcı, çoğu yerde uzun uzun monografileri olan bir kitaptır. İşte bir fabrikanın nasıl çalıştığının anlatılması falan. Bunu özellikle birinci cildi, bayağı detaylı bir okuma haline getirdiler ’60’larda. Bunda aşırıya kaçıldığı söylenebilir. Marx’ın kendisi Kapital’in sadece birinci cildini yayımladı; şu gördüğünüz birinci cilt, Marx’ın kendi bitirdiği biçimiyle elimizde olan cilttir. Ondan sonraki ikinci ve üçüncü ciltleri, Marx bunların yayımlanma programlarını birinci cildin girişinde belirtmekle beraber, yayımlayamadı. Yayımlamadı mı? Yayımlayamadı mı? Bu da ayrı bir tartışma konusu çünkü kimi Marksistlere göre Marx bunun arkasındaki ikinci ve üçüncü ciltleri yayımlamak istemiyordu. Kimilerine göre yayımlamaya vakti yetmedi. Her neyse, ama Marx’ın birinci cildinin ilk bölümleri bence 19. yüzyıl siyaset felsefesi ve ekonomi politik alanlarındaki en önemli eserlerden birisidir. Bugüne bıraktığı iz ve analitik kabiliyetiyle bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Tabii edebiyat eseri değildir, o bakımdan edebiyat eserlerinden ayrı tutmak gerekir. Siyaset felsefesi ve iktisadın beraber olduğu alanlardaki eserlerle, onların dönemlerini ve 20. yüzyıl düşününü etkileme kapasiteleriyle karşılaştırmak gerekir.

Birkaç konu başlığıyla ben Marx’ın Kapital’ini ele almak istiyorum. Daha doğrusu bende bıraktığı izlenimleri size aktarmak istiyorum. Kapital bildiğiniz gibi, 15 yıllık bir çalışmanın ürünüdür. Bu çalışma sırasında Marx, hemen hemen diğer bütün çalışmalarını askıya aldı. Ondan evvel, 1858’de yayımladığı Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı kitabının ve Elyazmaları’nın bir sentezini yapmaya çalışırken, aslında bütün ondan önceki yapıtlarında, kendisinin bir bilimsel ekonomi politik eleştirisi yaptığını zannederken, bir Hegelci yanılsama içinde olduğunu keşfettiğini söyler. Bu ne dereceye kadar Marx’ın gerçekten bir yanılmasa içinde olduğunu keşfetmesidir, ne dereceye kadar kendisinin yeni bir sorumlulukla çalışmaya başlamasınım ifadesidir bilinmez. Ama, meşhur tabirle Hegel’le ayakları havada bir ilişkideyken, o tersine dönmüş ilişkiyi Kapital’de nihayet, “Hegel’in diyalektiğini ayakları üzerine oturttum” dediği çalışmayı sürdürür bu 15 yıl boyunca. Burada, Marx’ın iktisat üzerine olan çalışmalarının ilk olarak, sadece kapitalizmle sınırlı olduğunu belirteyim. Bu tersine çevirdiği diyalektik materyalizm dediği bakış tarzı, ki buna sonra geleceğim, tartışmaya açık bir bakış tarzı. Burada söz konusu olan bir siyaset, ki bu daha sonra ilerde yapmayı düşündüğü çalışmadır, devlet analizi, bir toplum analizi, bir sosyoloji, veyahut daha başka bir sosyal bilim dalının analizi değildir.

Marx’ın iktisat üzerine olan çalışmaları sadece kapitalizmin incelenmesiyle sınırlıdır. Kapital , başlığının da belirttiği gibi, kapitalist üretim tarzında sermayenin devinim sürecinin incelenmesini ana temel olarak alır. Ne Kapital’de ne de Marx’ın daha önceki iktisat çalışmalarında hatta daha sonraki iktisatla ilgili, iktisatla dolaylı ilgili olan çalışmalarında, kapitalizm sonrasıyla ilgili iktisadi çözümleme planında dişe dokunacak birşey yoktur. Bir iki öneri vardır, bir iki tespit vardır ama kapitalizm sonrasıyla ilgili pratik çalışma yoktur. Kapital’de hiç yoktur. Kapital, kapitalist üretim tarzını çözümlemek amacıyla hazırlanmıştır ve Marx bütün diğer çalışmalarını askıya alıp buna bütün zamanını verir; çok büyük bir şevkle, -bazı günler 15-16 saat çalıştığını kendisi söyler, bunu abartıp abartmadığını bilmeyiz ama, mektuplarında böyle ifade ediyor-, bu çalışmaya oturur. Bunun, kapitalist üretimin sonrasını düşünmek için gerekli, belki yeterli değil, ama gerekli ilk aşama olduğunun bilincindedir.

Marx’ın ilk dönemlerinde iktisatla olan ilişkisi çok mesafelidir. Marx bir hukukçu ve felsefeci. Felsefe doktorası yapmış ve hukukçu. O zaman hukuk ve felsefe çok farklı değil ve Hegel felsefesi içinde kendini yetiştirmiş genç Hegelci kuşaktan gelen, o akım içinde yer alan ve hemen hemen ilk dönemindeki bütün çalışmalarını Hegel sisteminin eleştirisi üzerine yoğunlaştırmış ve hızla yükselen yeni toplumsal mücadelelerin içinde bulunan, meşhur 1848 Komünist Manifestosu’nu Engels’le beraber kaleme alarak siyaset sahnesinde önemli bir yer işgal etmiş bir kişi. Fakat o döneme kadar, Komünist Manifesto’ya kadar diyelim, Marx’ın iktisatla pek alakası yok. İktisatla alakası Komünist Manifesto’nun yazımı sırasında ve ondan hemen sonra, sömürü denen kavramı açıklığa kavuşturmak için giriştiği İngiliz iktisatçısı David Ricardo’nun çalışmalarını okuma faaliyetiyle başlıyor.. Ve arkasından Marx, hızla, bütün iktisat literatürünü, bütün derken abarttığımı zannetmeyin, o dönemin bütün iktisat literatürünü, işte Adam Smith’i, Ricardo’yu, Stuart Mill’i, Jean-Baptiste Say ve daha az bildiğimiz daha önceki iktisatçıları, fizyokratları okuyarak, ekonomi politiğin sentezini yapmaya çalışıyor.

Yine de amacı ne derseniz, bence şu: Marx, 19. yüzyıl bilimcisi. Bunun olumlu ve olumsuz tarafları var. Birinci olumlu tarafı, Marx’ın ekonomi politiğe bir ciddiyet ve şevkle sarılmasındaki bir unsur yani afaki bir siyaset felsefesi sisteminden hareket ederek toplumu çözümlemek ve bir öneri getirmek yerine, insanların iradelerinin dışında da var olan bir sistemi anlamak ve onun sonrasını düşünmek gereğini hissettiği için bilimci, olumlu yönüyle bilimci. Fakat aynı zamanda bunun olumsuz yönü, Marx’ın insanların iradeleri dışında iktisadı düşünür hale gelmesi, belki kendisinin değil ama ondan sonrakilere böyle bir kapıyı açık bırakması. Marx’ın iktisadi çalışmalarını sosyalizmin ekonomi politiği olarak temel almak bu anlamda bütünüyle yanlıştır. Örneğin Marx’ta planlamayla ilgili bir tek cümle, bir tek kelime yoktur. Marx’ın amacı var olan toplumun bilimsel analizinden hareket ederek, burada kendi cümlesini aktarıyorum, “insan toplumunun özgür insanlar birliği olarak bilinçli biçimde yeniden kurulmasının temellerini atma”nın koşullarını bulmaktır. Bunun koşulu Marx’a göre, kapitalist ekonomi politiğin oluşturduğu yanılsamayı kıracak bir bilimsel karşı çıkıştır. Bu bilimsel karşı çıkışın da en ileri noktası Kapital’dir. Marx’ın eserleri içinde, kendisinin tanımladığı en uç nokta, bu bilimsel karşı duruşun en uç noktası Kapital’dir. Ama Kapital’de Marx’ın amacı, kapitalizm sonrası toplumu tanımlamak değildir. Marx bilimci olduğu için, bilimselliğe inandığı için olumlu ve olumsuz taraflarıyla gene tekrar ediyorum, Marx sadece maddi koşulların maddi analizine dayanan bir metot benimsemiştir.

Dolayısıyla daha ileride olabilecek bir olası toplumun üzerinden konuşmanın, kendi tabiriyle “tarihin kazanlarını kaynatıp fokurdatmaktan başka bir şey olmadığını” ifade eder. Bu bakımdan da Marx’ın daha popüler diyebileceğimiz metinlerde yer alan ileriye dönük öneriler, tespitler satır aralarında da var olsa da, özellikle Kapital’de böyle şeyler yoktur. Kapital’de Marx’ın amacı ekonomi politiğin eleştirisidir. Kapital’den önceki çalışmasının adı, bildiğiniz gibi Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ydı. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’yı Kapital’in içinde bir iz olarak sürekli tutmuş; ama eleştirilen ekonomi politiğin yerine bir başka ekonomi politik ikame etmek çabasıyla bunu yapmamıştır. Tüm ekonomi politiklerle kopuşu sağlamak için Kapital’i yazmıştır. Bu, Marx’ta çok açık ifadesini bulan bir yaklaşımdır. “Ben alternatif bir ekonomi politik oluşturmak için değil ekonomi politiğin (ki o zaman tabii Marksist veya liberal diye ayrılmıyor, genel bir ekonomi politik var; gerçi korumacı, himayeci ve himayeci olmayanlar gibi bir ayrım var elbette) varsayımlarını sarsmak için bu girişimde bulundum” der. Kapital’de Marx ekonomi politiğin temel aldığı ekonomik kategorileri, bunların ekonomik kategoriler olarak eleştirisini yapar. Bu ekonomik kategoriler: meta, değişim değeri, ücret, kâr, rekabet gibi kavramlardır ve ekonomi politik bu kavramların doğal veriler, değişmez veriler olarak ele alındığını varsayar. Marx’ın da eleştirisinin temel boyutu, bu ekonomi politiğin doğal, değişmez veriler olarak ele alınmasına yöneliktir. Bu verilerin aslında toplumsal olarak üretilip sonra yeniden üretilen, dolayısıyla doğal değil toplumsal veriler olduğunu göstermektir Marx’ın amacı.

Tabii burada çok önemli bir sıçrama var. İdeolojik planda önemli bir sıçrama var. Marx tezini bilimsel temele oturtarak; kapitalizmin doğal veriler olarak ele aldığı, dolayısıyla bir kader olarak sunduğu -çünkü doğal veriler olarak ele almak bunları kader olarak sunmaktır- örneğin işte yağmur, fırtına, deprem ve güneşin doğup batması gibi doğal veriler, değişmez veriler olarak sunduğu noktada, bunları böyle olmadıklarını kanıtlayarak ve insanların bunların böyle olmadıklarını görmelerini sağlayarak, -ekonomi politiğin eleştirisinin esas fonksiyonu budur- insanların kapitalist toplumun ötesini düşünmelerinin temellerini atıyordu, Kapital’de. Çünkü, biraz evvel söylediğim cümleye gelirsek, Marx’ın cümlesine, “insan toplumunun özgür insanlar birliği olarak bilinçli biçimde yeniden kurulmasının temellerini atmaktır” Marx’ın amacı. Bu, bilinçli biçimde kurmanın ön şartı kapitalizmdeki yanılsama dediğimiz, ideolojik kılıf diyebileceğimiz bu kategorilerin üzerindeki örtünün çekilmesidir. Ama Marx, burada, kendisiyle tamamen tutarlı olarak hiçbir zaman kapitalizm sonrası toplumun nasıl olacağı konusunda fetva vermez. Gotha Programının Eleştirisi’nde de bu yoğun olarak vardır. Marx, burada sadece kapitalist üretim sürecinin ne yöne doğru gideceğini tespit etmeye çalışır.

Kapital dışı çalışmalarında, Hegel’e karşı eleştirileri, 1844 Elyazmaları’nda örneğin yoğun eleştirileri vardır; fakat Kapital’de Marx’ın en çok eleştirdiği kesim kimdir derseniz, sermayedarlar, sermaye sahipleri, para babası, homme aux écus, denen kesimler değildir. Onlara, tabii, Marx sempati duymaz ama, Dostoyevski de sempati duymazdı onlara… Marx’ın Kapital’de eleştirdiği, sempati duymadığı asıl kesim, ekonomistlerdir. Çünkü ekonomistler kapitalist sistem içine kendilerini hapsederek kapitalist ilişkiler içinde nasıl üretildiğini görürler kapitalist verilerin. Kapitalist ekonominin içinden görürler. Ve bunu incelerler, iyi kötü incelerler. Başarılı incelemeler de yapabilirler. Ama bu kapitalist ilişkilerin nasıl üretildiğini göremezler. Onlar için kapitalist ilişkilerin üretimi doğaldır. İşte bunu bugünkü tartışmalarımıza taşıdığımız zaman piyasanın doğal bir kurum olarak algılanması gibi, kapitalist ilişkileri doğal ilişkiler olarak algılarlar, bu ilişkiler içindeki, bu doğallık içindeki ilişkileri incelerler, doğallığı içinde incelerler, dolayısıyla doğa kanunları türünde iktisat kanunlarının varlığını kabul ederler. Marx’ta bu nedenle bu ekonomistlerin, bu kapitalist ilişkilerin ortadan kalkmasına yol açacak modeli, koşulları algılamalarının -burada biraz Foucaultvari bir kelime kullanacağım-, Marx’ta yok böyle bir kelime, “epistemolojik bir sınır” olduğunu kabul eder yani onu algılamakta kendi bilinç dünyaları, büyük bir engeldir… Foucault’daki “epistemolojik sınır” dediğimiz şey. Görse bile algılayamaz, görmekle algılamak arasındaki fark gibi.

Şimdi, üçüncü öneri blokuna geçeyim. Kapital’in birinci cildinin birinci cümlesi, iyi kötü yazmaya da çalışan birisi olarak, benim okurken çok heyecanlandığım cümlelerden biridir, çünkü bu kadar yoğun, kapsamlı bir çalışmanın bütün özeti bu cümlededir. Unutmuş olanlar için tercüme etmeye çalıştım, isterseniz okuyayım: “Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumlarda zenginlik devasa bir sermaye birikimi olarak tezahür eder.” Bütün Kapital’in konusu, toplumun sermaye birikiminin aracı haline gelme sürecinin incelenmesidir. Emeğin, emekçinin, metanın ve sermayedarın, bu sürecin aracı haline dönüşmelerinin incelenmesidir Kapital. Yani sermaye birikimi merkezli toplumun oluşum ve kendini yeniden üretim süreçlerini inceler Kapital. Bu anlamda, sermayenin biçimsel olarak, hatta bazı durumlarda özsel olarak değişmesine rağmen -Kapital’in yazılmasının üzerinden 150 seneye yakın bir zaman geçti-, kapitalist sistemin temel devinimlerini -Türkiye’de olsun, özellikle ABD’de veya Avrupa ülkelerinde olsun- anlama konusunda Kapital’deki bir dizi temel çözümleme hâlâ anahtar niteliği taşımakta. Sermaye birikimi merkezli toplumda, meta, yani değişim için üretilmiş nesneler, veya değişim için var olan nesneler diyelim, tabii önemli bir yere sahip. Metanın ikili bir niteliği olduğunu belirtir Marx Kapital’de. Bu daha önce tespit ettiği bir gözlemdir; Kapital’de bunu sistemleştirir. Bu kitap bir yayınevi tarafından yayımlandığı zaman, veya şu saat bir saatçi tarafından üretildiği zaman bir faydaya tekabül eder, potansiyel bir faydaya tekabül eder. Ama potansiyel bir faydadır bu. Diğer taraftan da bir değer içerir. Her meta fayda olarak farklıdır. İşte iki tane meta, bunlar fayda olarak farklıdırlar. Fakat aynı değer ölçeğinde, farklı değerlerdir. Değerin ortaya çıkışını sağlayan ise başka bir metadır, bir üçüncü metadır; o da emek. Emek de bir metadır kapitalist sistemde. Yani, onun için biraz evvel kelimeyi düzelttim, değişmek için üretilen nesneler dedim; emek, üretilen bir nesne değil, onun için varolanla düzelttim… Değişmek için varolan nesneler içinde emek ayrı bir konuma sahiptir ama aslında kapitalist sermaye birikimi süreci içinde, emek, şuradaki iki metadan farklı bir meta değildir… Sermaye birikiminin algılanmasından bakarsak, özüne bakarsak farklıdır. Emeğin de bütün metalar gibi iki değeri vardır. Bir fayda olarak değeri -yani ben bir sermayedar olarak şuradaki birisinin emeğini satın aldığım zaman bir fayda beklentisiyle alırım-, bir de satın alma değeri diyeceğimiz bir değeri vardır. Her meta, emek dahil olmak üzere her meta, meta olabilmek için bir toplumsal faydaya tekabül etmeli ve faydalı bir emek içermelidir. Marx emeğin değer olarak algılandığı çözümlemeyi icat etmedi. Klasik İngiliz ekonomi politiğinde emek bir değer üreticisi olarak vardı; Adam Smith ve Ricardo’da da değerin temelinde emek vardır, emek-değer teorisi geçerlidir. Fakat Marx’ın, bence büyük bir buluşudur, -ki kendisinin de aslında tam bir buluşu değil, onun etkilendiği bir başka, çok az bilinen, Moses adlı bir iktisatçının, kısmen de Sismondi’de var olan bir izlenimdir- Moses’de çok daha belirgindir belki, birkaç daha böyle işçi kökenli iktisatçılar vardır. 1840’larda manüskriler yazarlar kendi deneyimlerinden hareketle. Bunlardan birkaç tanesinin Marx’ı çok etkilediğini biliyoruz. Ve o etkilenme çerçevesinde Marx emeğin ikili yapısını ortaya çıkartır. Yani sermayedar olarak ‘ben’, emeğin değer yaratma kabiliyetini satın alırken, ona karşılığında emeğin değişim değerini veriyorum. Bunu ücret olarak veriyorum. Ama o emeğin değer yaratma kabiliyetini (yani, belli bir saat zarfında emek benim emrimde demeyeyim ama, benim belirttiğim koşullarda çalışmak durumunda ve o emekten en fazla değeri almak benim kabiliyetime bağlı sermayedar olarak); yani onu en yüksek randımanda çalıştırmak yeteneğini göstermek sermaye sahibine bağlı. İşte bu durum emeğin diğer faydasını, artı-değer dediğimiz olguyu doğurur. Bu, sermaye sahibinin emeğin 8 saatlik çalışma, değer yaratma kabiliyetini, verdiği ücretten çok daha yüksek biçimde kullanabilme becerisidir. Bunu her sermayedar beceremeyebilir. Beceremeyenler iflas ederler.

Dolayısıyla sömürü dediğimiz olgu kapitalist sistemde mündemiçtir ve Marx’ın bütün yaklaşımında şöyle bir şey vardır, benim sürekli dikkatimi çeken: Marx sömürüyü siyasi olarak eleştirir, ama kapitalist ücretli emek sistemi var oldukça, iktisadi olarak sömürünün, -işte ona sömürü demeyelim ve artı-değer diyelim- kaçınılmaz olduğunu da vurgular. Yani Gotha Programının Eleştirisi’ni ele aldığımız zaman, Kapital’de olmayan bir şeydir bu, biraz naif bulur Alman sosyal demokratlarını. “Sömürüyü kaldıracağız” lafının, kapitalist sistem içinde sömürüyü kaldırma iddiasının naif bir iddia olduğunu vurgular. Emek, meta olarak, sermaye birikimi sürecinin bir öğesidir. Burada emeğin faydası, biraz evvel dediğim gibi, değer yaratma kabiliyetidir. Buna kabiliyet diyorum, çünkü bu emeğin içinde verili bir olgu değil, bir potansiyeldir ve sermayedarın onu kullanma becerisi çerçevesinde kuvveden fiile döner. Emek; sermaye birikimi süreci içinde ancak ikili yapı sürdükçe yararlıdır. Şöyle bir örnek vereyim, Kapital’de yok, ama Kapital’den sonra yayımlanmış Elyazmaları’nda özellikle bu Grundrisse adlı elyazmalarında bir küçük örnek verir Marx: Bir kantatris, bir opera organizatörünün himayesi altında çalışmadığı, bir başına şarkı söyleyip sokaktan para topladığı zaman kapitalist ilişki içinde değildir. Çünkü birinde sermaye birikim sürecinin bir parçasıdır, diğerinde sadece kendine bir kazanç sağlar. Dolayısıyla sadece kol emekçisi değil, bir sanatçı başkasının emri altında, ücretli emek ilişkisine girdiği andan itibaren, yani kendisi bir değer üretiyor, o değeri öbürküne zaman olarak sunuyorsa, bir saatlik şarkı süresi olarak sunuyorsa, anlaşma yapıyorlarsa, diyorlarsa ki sen 10.000 lira alacaksın bir saatlik şarkı karşılığı ve ondan sonra öbürkü o bir saatlik şarkı gösterisi sırasında 100.000 liralık mı 1.000.000 liralık mı 1.500.000 liralık mı bir değer kazanabiliyorsa, işte burada bir artı-değer vardır. Kazanılan bu miktardan kapitalistin diğer üretim harcamaları çıkınca, kârı ortaya çıkar. Ama öbür durumda, yani kendisi şarkı söyleyip de parayı topladığı zaman, o emeğin ikili yapısı ortadan kalkmış olur. Dolayısıyla Marx için ücretli emek, velev fabrika işçisi, velev tarım işçisi olsun, ya da bir sanatçı veya hizmetli olsun ücretli emek kategorisine girdiği andan itibaren sermaye birikim süreci içindedir. Ve sermaye birikimi sürecinin olmazsa olmaz koşuludur.

Marx Kapital’den önce, Grundrisse’de çok ilginç bir yere gelir. Sermaye birikimi süreci kendi kendini var eden bir süreç olmaya başlar… Marx’ın kendi analizi içinde bu çok tehlikelidir. Marx da Hegelci gelenekten geliyor. Kendi kendini var eden süreç ne demek? İlanihaye devam edecek süreç demek. Yani olumsuzluk öğesi yok, kendi kendini var ediyor. Bazı Marksologların iddia ettiğine göre Marx’ın Grundrisse’de bu tespiti yapması yani, sermayenin kendi kendini yeniden üreten bir özerk süreç, başlı başına kendisi için var olan bir süreç olduğu sonucuna varması onun için son derece düşündürücü olmuştur. Çünkü kapitalizm sermaye merkezli. Dolayısıyla sermaye kendisi için var olan özerk bir devinim süreci haline geliyorsa, kapitalizm de ilanihaye var olacak demektir. Marx’ın çalışmalarının, Grundrisse elyazmalarının durmasının ve Marx’ın, Kapital’e gidecek derin bir okuma ve düşünce sürecine girmesinde bu tespitin çok önemli olduğunu söyler Marksologlar. Ve gerçekten de Marx, Kapital’de, üretici güçler ve üretim ilişkileri diyalektiğini icat eder. Kanımca, üretici güçler ve üretim ilişkileri diyalektiği, Marx’ın kendi inancı olan sermaye birikim sürecinin ilanihaye devam etmeyeceği sonucuna ulaşabilmek için başvurduğu bir yöntemdir. Çünkü, bu diyalektik sayesinde üretici güçlerle üretim ilişkileri arasında bir çelişki, aşılamaz bir çelişkinın kaçınılmaz olduğu ortaya çıkacak; dolayısıyla sermaye birikiminin özerk sürecinin yeniden üretilmesinin mümkün olmadığı büyük kriz dönemine girileceği öngörülebilecektir. Bunu bırakalım bir tarafa ama, üretici güçler ve üretim ilişkileri dinamiği bence Marx’ın artık bilimciliği aşırılaştırdığı bir noktadır. Çünkü bu noktada, artık üretici güçler dinamiği insanların dışında işlemeye başlar. İşte bu nokta, Marx’ın bilimciliğinin biraz aşırıya kaçma noktasıdır. İnsanların dışında bir tarih felsefesi haline gelir. Bildiğimiz üretici güçlerin gelişmesi felsefesidir. Buradan, çok mekanik bir toplumsal analizin kapısı da, Kapital’de değil, ama Kapital okumalarında çıkar. Ünlü benzetmeyle, kol emeği feodaliteyi, buhar makinesi kapitalizmi verir gibi bir mekanik yorum mümkün hale gelir. Burada önemli olan bence Marx’ın bir diyalektik çelişki arama ihtiyacı duymasıdır. Ve bana şu anlamlı geliyor: Bu diyalektik çelişkiyi daha felsefi bir boyuttan ele alarak, sermaye birikimi süreci içine enjekte etmeye çalıştığı diyalektik çelişkiyi bir kenara bırakırsak, o zaman ekonomi politik merkezli bir toplum içinde kalındığı sürece sermaye birikimi sürecinden çıkmanın mümkün olmadığını görürüz. Böyle bir Marksist Kapital okuması da mümkün. Bu anlamda ekonomi politik modern toplumun egemen toplumsal tahayyülü olarak onun tasarlama gücünün de sınırlarını çizer. Diyalektik çelişki burada bilimsel olarak değil, siyasal olarak, yani bu sınırları aşmak için gereklidir. Ama aynı sonuca diyalektiğe başvurmadan, tarih okumasıyla da varabiliriz.

Bunun yanında, bence ilginç olan bir başka nokta, Marx’ın ucuz, popülist bir kapitalizm eleştirisi yapmamasıdır. Örneğin Marx, sermaye sahibinin de sermaye birikimi sürecine tabi olduğunun ısrarla altını çizer. Sermayedar da sermaye birikimi sürecinin esiridir, hizmetkarıdır. O da, Kapital’deki tabirle, “egoist hesabın soğuk sularında yüzmeye mahkûm” bir zavallı yaratıktır. Kapitalist sermaye birikimi çerçevesi içinde önemli olan, işbölümünün biçim değiştirmesidir. İşbölümünün biçim değiştirmesi için de Marx, manifaktürün yani fabrika düzeninin çok önemli olduğunu vurgular. Çünkü manifaktür, fabrika düzeni, işbölümünün yabancılaştırıcı kabiliyetini arttırır ve işbölümünün “damgasıyla dağlanır”. Marx’ın tabiriyle gene, emek, fabrika içinde, işbölümünün damgasıyla dağlanıp sermayenin mülkü olarak damgalanır. Şimdi fabrika içinde olanları, fabrika sistemi öncesi ve sonrasıyla 1-2 dakika içinde sunayım.

Fabrika öncesinde, İngilizcede puting-out system denilen, bizdeki taşeron sistemine dayanan, daha doğrusu, evdeki halı dokuma faaliyetine benzeyen, yani, herkesin dokumayı kendi evinde yaptığı fakat ipliğin sipariş sahibi tarafından verildiği ve malın da onun tarafından alındığı sistem bu. Burada, manifaktür, fabrika tipi bir işbölümü sözkonusu değil. Çünkü neyi ne hızla yapacağına, hangi saatte çalışacağına, nasıl çalışacağına oradaki işçi karar veriyor. Parça başına “ücret” alıyor. Bu tam olarak ücret mi yoksa bir fiyat mı aslında tartışmalı. Halbuki fabrikaya girdiğiniz andan itibaren siz zamanınızı teslim ettiğiniz gibi, o zamanın kullanımını da teslim ediyorsunuz. Zamanınızı teslim ettiğiniz gibi o zamandan nasıl bir değer üretileceğini de teslim ediyorsunuz. Dolayısıyla Marx, fabrika düzeninin kapitalizmin 19. yüzyıldaki merkezi olduğunu söylediği gibi; bilimin de, ilginç bir şekilde -bu çok fazla bilinmez ama Kapital’de çok açık olarak vardır-, emekten bağımsız bir üretici güç haline geldiğini belirtir. Tekrar ediyorum, kapitalist düzende, emekten bağımsız bir üretici güç olur bilim. Yani emeği sermayenin hizmetinde kullandıran bir üretici güç olur. Burada Marx’ın işaret ettiği bilim, mühendislik bilimidir esas olarak. Buna teknik de diyebiliriz. İşçinin yerine bir başka kişinin üretimi planlaması, organize etmesi. Ve burada elbette bütün o 19. yüzyıl ortasında insanlığın yaşadığı, o büyük şok yatar. İnsanların, usta zanaatkâr durumunda olan insanların birdenbire fabrikaya girip sadece makinenin uzantısı durumuna geçmelerinin yarattığı şoktur. Bu şok, çok güçlü bir tepkiyi beraberinde getirir. Bu tepki, büyük ihtimalle, 19. yüzyıl ortalarında işçi sınıfı hareketinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Paris Komünü’nü yapanların listesini okuduğumda her zaman şaşırmışımdır. Hep vasıflı işçilerdir. Taş ustası, şapkacı… Çünkü 19. yüzyıl ortasındaki işçi sınıfının büyük tepkisi, elinden o bilgiyi kullanma yetkisinin alınmasınadır. Orada kendisinin gerçekten sermayenin bir alt unsuru olarak, yabancılaşmış bir alt unsuru olarak; düz emek konumuna itildiğinin bilincindedir ve buna karşı duyduğu tepkiyle mücadele etmektedir. Ücret de elbette emeğin değişim değerinin karşılığıdır. Bu uzun uzun anlatılması gerekmeyen bir şey bence ama, Marx’ın sermayedarı nasıl sermayeye tabi, sermayeye mahkûm olmuş bir kişiyse, emek de sermayeye tabidir ve emek hak ettiği ücreti alır. Bunu hemen düzelteyim:, hak ettiği yanlış bir tabir, emek doğru ücreti alır. Piyasa ekonomisinde alması gereken ücreti alır. Çünkü emeğin ücreti değişim değeridir. Bu değişim değeri emek piyasasında belirlenir. Kalkıp derseniz, “emek ürettiği değeri almalıdır”, o zaman zaten kapitalizm sona erer. Dolayısıyla Marx, şunu çok ciddi biçimde vurgular. “Sendikal yanılgı” dediği bir yanılgı vardır: Emek, ürettiğinin bütününü almalıdır. O zaman kapitalizm biter, der Marx. Emeğin, ancak ve ancak güç dengelerinin değişmesiyle piyasada belirlenen ücretinin artması söz konusu olabilir kapitalizm içinde. Ama piyasadaki ücretinin, emeğin yarattığı bütün değerin karşılığı olması durumunda, zaten sermayedarlar o emeği kullanmak istemezler ve dolayısıyla kapitalizm kendini yeniden üretemez hale gelir. O bakımdan Marx, kinayeli biçimde, emeğin aldığı ücretin doğru ücret olduğunu ısrarla belirtir. Burada eleştirdiği naif sendikacı -anarko-sendikalist- tavrıdır. Emek elbette hak ettiği ücreti belki almamaktadır ama hak ettiği ücret başka bir şeydir, doğru ücret başka bir şey. Ayrıca hak edilen ücret, kişisel değil toplu bir üretkenlik üzerinden belirlenir. Burada emekçi değil, türsel insan vardır artık. Buradan emeğin mücadele etmemesi anlamı çıkmaz. Emek piyasasındaki güç dengesinin değişmesi için bir mücadele gerekir. Yani o değerin, o ücretin daha yükselmesi mücadelesi verilebilir ama onun varabileceği bir sınır vardır, o sınırdan öteye geçildiğinde zaten kapitalist üretim süreci sona erer. Sona ersin diyeceksiniz. Burada da ilginç bir şey var. Marx şöyle bir yorumda bulunuyor, ki bence çok doğru bir yorum, galiba üçüncü ciltte: Tamam sermaye birikim süreci sona ersin. O zaman ücretli emek de sona erecektir, o zaman işçi sınıfı da kalmayacaktır. Karşımızda bir ikilem var. İşçi sınıfı kendini yok ederek kapitalizmi yıkmak; burjuvazi kendini var ederek kapitalizmi kurmak zorundaydı… İşçi sınıfı ücretli emeği yok ederek yani sınıf olarak kendini yok ederek bir düzen kurmak zorunda. Buradan Sovyetler Birliği türü toplumlardaki iktisadi düzenin yabancılaşması ve despotikleşmesinin bir işçi sınıfı iktidarı çerçevesinde nasıl mümkün olabileceğini anlayabiliyoruz.

Son olarak şöyle söyleyeyim de, öyle bitireyim. Marx’ın analizi ekonomi politiğin eleştirisiyse de, Marksistler Kapital’den sonra özellikle, bunu büyük ölçüde yeni bir ekonomi politiğin temeli haline dönüştürdüler. Böylece bir sendika, bir parti veya bir devlet ideolojisi içinde kurumlaştı Kapital’in önerdiği analizler, getirdiği öğretiler… Marx’ın vülgarizatörleri diyebileceğimiz iktisatçılar, siyasetçiler, sendikacılar, bazı filozoflar, değeri emeğe indirgediler. Marx Kapital’de bunun büyük bir yanılsama olduğunun birçok kez altını çizmiştir. Parayı sıradan bir metaya indirgediler, ücreti bir tüketim sepetinin fiyatları toplamına indirgediler. Sermayenin analizini ise sermayenin kendi arasındaki değişimi, ilişkisi, ticaretine indirgediler. Sermayeyi de sadece bir para ilişkisinin içinde, emeğin karşısındaki bir karşı unsur olarak aldılar. Halbuki Marx’ın analizinde emek ve üretici sermaye, sermaye düzeni içinde bir bütündür. Yani emeği sermayeden ayırarak düşünmek mümkün değildir. Dolayısıyla emek-sermaye çelişkisi dediğimiz çelişki; hem bir çelişkidir hem bir bütünlüktür. Bu bütünlük tarafını dikkate almadan yani nasıl emeğin sermayeye tabi olduğunu ve bunu aşmakta bu kadar zorlanmamızın esas nedeninin bu olduğunu unutarak, bir vülger sosyalist ekonomi politik üretilmeye kalkışıldı 20. yüzyılda. Kapital’in özü değiştirildi. Bence bugün Kapital’in Marksist bir okuması günümüzün Marksizmlerinin de eleştirisi için yapılması gereken ilk işlerden bir tanesidir.

Yapı Kredi Salı Toplantıları 8 Mayıs 2000

Dante’den McLuhan’a 14 Başyapıt Üzerine Konuşmalar , YKY, İstanbul, 2003.