.: Kaybolan rüya…

Kan ter içinde uyandı. Çocukluğunda hep rüyalar görür istediklerini arzu ettiklerini rüyaların da yaşardı. Sonra nasıl olduysa rüyaları onu terk etti. Ancak son zamanlarda hep aynı rüyayı görüp telaşla uyanıyordu. Rüyalarında yeşil alabildiğine çiçekli bir bahçedeydi. Onlara bakmadan kokularından tanıyacak kadar yakındı.

Düşte olduğunun ayrıtına varıp düşünü uzatarak sabaha çıkmaya çalışırdı. Her gece aynı düşte aynı bahçedeydi. Çiçekler deriyordu topladığı çiçekleri Esra’ya vermeye gidiyordu. Ona giden yol uzuyor, o yaklaştıkça Esra ondan daha da uzaklaşıyor erişilmez oluyordu. Elinde güler, çılgın bir koşuya tutuşuyor ve o ne kadar hızlanırsa hızlansın Esra’ya ulaşamıyordu. Her seferinde çiçekleri veremeden uyanıyordu. Gün içinde aklına gelmeyen rüyasını yatma öncesi anımsıyor ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyordu.

Yatak odasına girdi çıktı pencere önüne gelip dikildi. Boş gözlerle dışarı bakındı. Ardından oturup pencere kenarındaki koltuğa, boş gözlerle sokağa bakmaya başladı. Sokak lambasının loş aydınlığındaki dar sokak yalnızlığına sığınmış bir hayatı olduğunu düşündü… Sessizdi, soğuktu, sessizliği ve soğuğu duydu yüreğinde elleri üşüdü.

Karanlıkta arkasına bakmaya korkan çocuklar gibi sabaha kadar odasının içine dönüp bakmaya cesaret edemeden öylece dışarıya baktı. Her gece rüyalarında çiçek vermeye hazırlandığı eski sevdiğine ulaşamamasının nedeni düşündü ve bir yanıt bulamadı. Neden onca çabası hep boşa çıkmıştı. Bir türlü kendini inandıracak bir yanıta ulaşamıyordu.

Gün doğuyordu, güneşin ilk ışıkları sokak lambasının ışıklarına galip geldiğinde sessizlik bozuldu. Kuşlar ötüyordu ve seslerinden tanımaya çalıştı onları. Çiçekleri kokularından tanıyordu. Kuşları seslerinden tanıyamadı. Buna şaşırdı. Kuşlarla hiç ilgilenmediğini anladı. Karşı evin penceresinde teneke saksıda aşağıya sarkan sardunyayı ilk kez görmüştü. Sokağın asfalt olmadığını da fark eti. Belediyenin açtığı çukurların hala tamamen kapatılmamış olduğunu da gördü…

Birden bire bu dar sokakta neleri görmeden geçip gittiğini düşünmeye başladı. Yan komşunun kapı rengini düşündü: Bulamadı…

Kendi evinin kapısının rengini düşündü.

Yeşildi.

Hayır değil.

Mavi olmalıydı. Bir türlü emin olamıyordu. Topladığı çiçekler peki hangileriydi ? Onları kokularından tanıyordu. Çiçekleri kokularından tanımasına tanıyordu ancak toplayıp demet yaptığı çiçeklerin hangileri olduğunu anımsayamadı.

Eve her gelişinde köşeyi döner dönmez karşı duvarda bir yazı gözüne ilişiyordu. Silik kırmızı bir boya ile yazılmıştı. Yazının tümü kalmamış sadece “Kahrols…“ kısmı okunuyordu. Her seferinde gerisini kendi tamamlayarak okuyarak sokağına giriyordu.

“Kahrolsun Hayat…” diyordu en çok. Her gün değişiyordu sloganı… Ne çok gülmüştü Esra ile bir kavga sonrası eve döndüğünde “Kahrolsun Esra.” sloganına. Şimdi buradan o yazının olduğu duvara bakıyordu…

Yılalar önce bir gece vakti arkadaşlarıyla birlikte yazmışlardı yazıyı. O arkadaşlarından bir tek Yusuf’u görüyordu arada bir. Birlikte bira içip dertleşiyorlardı. Adlarını anımsamakta zorlandığı diğer arkadaşlarını anıp birlikte geçmişe yıldırım hızıyla gidip geliyorlardı. Yazının görmediği kalmamıştı. Üzeri kireçle kapatılmıştı sonra yağmur suları kireci alıp gitti ve geriye kala kala “Kahrols…“ kaldı… Ne yıllardı o yıllar diye aklından geçirdi. Neydi bu sloganın ilk hali… Kahrolası kahrolmadı. Kahrolduk….

Saat kaçta pencere önüne oturduğunu da bulamadı. Çocuklar uyuyor. Karısı uyuyordu. Şimdi kalkarsa “Yine ne oturuyorsun orada gel yat” diye kızacaktı…

Yaşam akıp gidiyordu. O bu akıntıya kapılmış bir kibrit çöpü gibiydi. Nereye aktığını bilmediği bir nehrin içindeymiş gibi geldi ona. Annesine en son ne zaman sarılıp seni seviyorum demişti. Babasının mezarına neden gitmiyordu… Karısı ile en son ne zaman sinemaya gitmişti. En son tiyatro bileti ne zaman almıştı. Gittiği en son konser kimindi. Düşündükçe daha çok şaşırıyordu. Ya en son okuduğu kitap hangisiydi. Ne kadar zaman önce okumuştu. Kitap sayfalarını çevirmeyeli ne kadar zaman olmuştu.

Birden yerinden kalktı mutfağa gitti bir bardak soğuk su aldı. İçmedi elinde bardak pencere önüne geldi. Karşı evin kapısı açıldı. Bir adam uykulu gözlerle sokağa atıyordu kendini. İşe gidecek.

“Bunu tanıyorum” dedi. Kendine gülümsedi…

Arif usta. Ama Arif ustaya ne zamandan beri selam vermediğini anımsayamadı. Ne oldu o komşu ziyaretlerine. Devinimleri hızlandı. Telaşla pencereyi açmaya kalktı. Sonra durdu. Pencereyi açıp “Arif usta” diye seslenecekti. “Merhaba iyi işler” diyecekti.

Uygun kaçmaz diyerek vazgeçti…. Uygun olur muydu olmaz mıydı derken Arif usta çoktan köşeyi dönüp gitmişti. Bardak elinde dikiliyordu. Ne zaman aldığının neden aldığının düşüncesine kapılacaktı ki kendisine güldü…

O kadarda değil” diyip bir dikişte suyunu içti.

“Çiçekler hangileriydi Esra’ya neden veremiyorum“. diye aklından geçirip yatağa doğru yönelirken Esra için mi topluyordu çiçekleri bundan bile emin değildi. Aylardır ona sevdiğini de söylememişti. Şimdi burada olsa diye düşündü. Ona ihtiyacı vardı Esra’yı gözünde canlandırmaya çalıştı beceremedi. Silik bir çehreydi gözlerinin önüne gelen. Yüz hatlarını tam anımsayamadı. Ufak tefek bir kızdı. Sıcak gülümsemesi yüzünü aydınlatıyordu. Ve hep parmak ucunda yürüyormuş gibi gelirdi ona. Güzel günler güzel anları paylaşıp hoş söyleşilerde el ele yürüdüler. Sabahlara kadar birlikte sevişmeleri aklına geldi. Nefes nefese kulağına “seni seviyorum” diye fısıldamaları. Diri göğüsleri ve yumuşacık teni aklına geldi utandı. O fatuş güzellik nasıl unutulurdu? O unutmuştu… Kabul etmeye yanaşmasa da hayatı nehirde akan kibrit çöpünden farksızdı bunu biliyordu.

Kendisine kızamadı. Her şeyi yorgunluğuna ve uykusuzluğuna verdi. Kendini yatağa atmasıyla uyuması bir oldu. Rüyasını görmeyi bile istemedi. İstese de artık o rüyayı göremeyecekti. Rüyasız karanlık bir uykuydu artık uyuduğu…

Kadir diye sesleniyordu biri… Beni çağırıyorlar diye düşündü… Dönüp bakmak istiyordu ama dönemedi. Ve dönmeden çevresine bakmaya devam ediyordu. Karanlıktı ve o hiç bir şeyi seçemiyordu sesin kimin olduğunu da seçemediği gibi.

Kadir yeter gacırtıma şu dişlerini…

Seslenme yetmeyince karısı dürtüp uyandırdı. Kan ter içindeydi.

Hepsi şimdi bir rüya mıydı ?

Ne rüyası.

Yok bir şey diyerek karısına yataktan çıktı. O da uykusu kaçar endişesiyle sorusunda ısrar etmedi ve diğer tarafa dönerek uyumaya kaldığı yerden devam etmeye başladı. Sabah oluyordu. Az sonra elinde bir bardak su pencere önünde dikilip dışarıyı seyretti. Pencere önündeki sardunyayı arar gibiydi… Sabahın kırçıl aydınlığında en yakın ev iki yüz metre uzaktaki bahçe içinde bir evdi.

Hasan KAYA