.: Kent Yoksulluğu ve Modernite

 İnsanlığın gelişme tarihi içinde tarımsal teknoloji gelişerek ilk kez artı ürün gerçekleşmeye başaladığı zaman iki olgunun eş zamanlı olarak ortaya çıktığı söylenebilir. Bunlardan birincisi kentlerin doğuşudur, ikincisi ise toplumda eşitsizliğin yaşanmaya başlamasıdır. O zamandan günümüze kadar, bu iki olgu, hep yanyana olmuştur. Bu yanyana oluş üzerinde biraz durmak gerekir.

Bu iki olgu arasında nedensel bir bağ vardır, bu nedenle birarada varolmaktadır. Ama eşitsizlik kolayca sürdürülebilecek bir durum değildir, toplumun kaybeden kesimlerinin sürekli olarak buna razı olması beklenemez. Eşitsizlik sistem içinde sürekli bir gerilim yaratır. Sistem için bir tehdit oluşturur. Bu nedenle her toplumda eşitsizliğin meşruiyetinin nasıl sağlanacağı ve sistemin stabilitesinin nasıl sürdürüleceği hep temel sorunlardan biri olmuştur.

Aydınlanma ve modernite öncesinde siyasal düzenin meşruiyetinin ilahi iradelere dayandırıldığı dönemlerde eşitsizliğin meşruiyetini kurmak da göreli olarak kolay olmuştur. Eşitsizlik de ilahi olarak temellendirilmiştir. Takdir-i İlahi olarak görülmüştür. Bu dünya da kaybeden, öteki dünya da kazanacaktır. Eşitsizlik bu yolla meşrulaştırılınca siyasal gücün ya da devletin bunun çözümü için yapması gereken bir şey de kalmayacaktır. Ama varlıklılar yoksulların sorunlarına duyarlılık gösterir, onlara yardım ederlerse ödülünü öteki dünya da görecektir. Bu güdüyle yapılanlar da çok etkili olmayacaktır.

Ama aydınlanma sonrasında eşitsizliklerin meşru görülmesinin sağlanması artık o kadar kolay olmayacaktır. İnsana bakış açısı değişmiştir. İnsan aklının gerek doğanın gerek toplumun işleyişini kavrayabileceği ve bu bilgiyi insanların mutluluğunu artıracak daha iyi bir toplum oluşturmakta kullanılabileceğine inanılmaya başlamıştır. Ayrıca insanın kendisi için iyi olanı seçebilme kapasitesine güven gelmiştir. İnsan düşüncesinde böyle bir devrim yaşanınca artık varolan toplumsal düzenlerin eşitsizliğini ilahi takdire dayandırma olanağı kalmamıştır. Böyle olunca da siyasal rejimler meşruiyetlerini ancak insanların seçmeleriyle temelendirmek durumunda kalmaktadır. Eşitsizliği insanların seçmeleriyle sürdürebilmek ise her halde kolay olmayacaktır.

Aydınlanma sonrasında gelişen ve tüm dünyayı dönüştürme iddiası taşıyan modernite projesi bu soruna içsel çelişki taşıyan bir çözüm geliştirmiştir. Modernite projesinin siyasal boyutu, içerdiği demokratik ulus-devlet ve onun belli haklara ve sorumluluklara sahip eşit bireylerden oluşan yurttaşlık anlayışı, bir yandan toplum bakımından iyi olanın ancak yurttaşlarının seçmeleriyle belirlenmesine olanak veriyor, öte yandan toplumda ortaya çıkacak olan eşitlik talebine yanıt veriyordu. Buna karşılık modernite projesinin, piyasa mekanizması içinde girişimciliği yücelten, gelişmenin dinamiğini kapitalist birikimde bulunan ekonomik boyutu, eşitsizlik yaratmakta ve ona meşruiyet kazandırmaktadır. Böyle olunca da modernite projesinin siyasal ve ekonomik boyutları arasında eşitlik açısından bir iç çelişki yaratmaktadır. Nitekim bu çelişki modernite projesinin içinden bu çelişkiyi çözümlemek iddiasını taşıyan bir sosyalist projenin gelişmesine kaynaklık etmiştir. Ama bu çelişki yeni biçimler alarak varlığını sürdürmüştür. Çelişkiyi yumuşatmak ve sistmin sürekliliğini tehlikeye atmayacak düzeyde tutmak arayışları her zaman gündemde kalmıştır. Günümüzde de önemini korumaktadır.

Bu konudaki arayışların önemli bir dönüm noktası İkinci Dünya Savaşı sonrası olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sırasında, savaş meydanlarında sıcak savaş sürerken, aynı zamanda da savaş sonrası düzenin ne olması gerektiği konusundaki değişik projeler arasında bir ideolojik savaş yaşanmıştır. Savaşı kazanmak için savaşı anlamlı kılacak ideolojik savaşı da kazanmak gerekmektedir. Nitekim savaş sırasında, gerek İngiltere’de, gerek ABD’de, savaş sonrası düzenin kurulmasını etkileyecek bir çok çalışma yapılmıştır. Bunlar arasında hazırlanmış olan Beveridge Raporu konumuz bakımından özel bir öneme sahiptir. Bu rapor tam istihdamın sağlanmasının, sosyal güvenlik kurumlarının geliştirilmesinin, eşitsizlikle mücadelede ki önemini tekrar dikkatlere getiriyor, refah devletinin düşünsel temelini atıyordu. Savaş sonrasında kurulan, Birleşmiş Miletler Teşkilatı çerçevesinde, 1948 yılında kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi insan hakları kavramını genişletiyordu. İkinci kuşak insan hakları olarak adlandırılan, sosyal ve ekonomik hakları getiriyordu. Böylece insanların onurlu bir yaşam sürebilmesi için gerekli düzenlemelerin yapılması devletlerin görevi olarak görülmeye başlamıştı. Bu gelişmeler Keynes’in ekonomi kuramının sağladığı çözümleme olanaklarıyla biraya gelerek refah devleti anlayışının hayata geçmesini sağladı. Böylece modernitenin iç çelişkisinin yumuşatılması görevi devlete yüklenmiş bulunuyordu.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan düzen 1970’li yıllara kadar önemli sorunlarla karşılaşmadan sürmüştür. 1970’li yıllarda yaşanmaya başlayan dünya ekonomik bunalımından çıkmak için izlenen yollar ve yeniden yapılanma süreçleri, dünyayı yeni bir noktaya getirdi. Bu yeniden yapılanma içinde refah devleti de eleştirilerin yöneldiği ana konulardan biri olmuştur. Devletin bu konudaki işlevleri tam olarak kaldırılmasa da önemli ölçüde geriletilmiştir. Modernitenin barındırdığı bu iç çelişkinin çözümlenmesi artık sadece devletten beklenememektedir. STK’lar gibi yeni aktörlere ilişkin beklentiler doğmuştur. Unutmamak gerekir ki dünyanın yaşamaya başladığı bu dönüşümde modernite aşılmakta ve postmoderniteye geçilmektedir. Bu noktada bütünlüklerin yadsındığı, parçalı ve anlık olanın ön plana geçtiği postmodern bakış açısı içinde iç çelişkilerin varlığı iddiasının da geri plana gideceğini hatırlamakta yarar vardır.

Bu toplantıyı da kentsel yoksulluk sorununa, bu tarihi bağlam içinde, dünyanın çözüm arayışlarına bir katılım olarak yorumlayarak, üç aşamalı bir anlatı geliştirmeye çalışacağım. Birinci olarak toplumdaki eşitsizlik ve yoksulluk sorununu teşhis etmek için kulanmakta olduğumuz kavramların bir irdelemesi yapılarak, bu kavramların olguyu nekadar gizlediği, ne kadar abarttığı ve bizi sorunun kaynağının nerede görmeye yönelttiği ve dolayısıyla bizi ne tür önlemler önermeye yönelttiği üzerinde durulacaktır. İkinci olarak bu sorunun çözümü konusunda toplumların isteklilik düzeyinin ne olduğu çözümlemeye çalışılacaktır. Çözüme yaklaşıma ilişkin olarak kullanılan kavramların, burada yapılan değerlendirmesinde, seçilecek çözüm stratejilerini nasıl etkilediği ortaya konulacaktır. Son olarak da bu konuda izlenebilecek alternatif stratejilerin neler olduğu ana hatlarıyla gösterilmeye çalışılacaktır.

II. YOKSULLUK MERKEZLİ KAVRAMLAR ALANININ İRDELENMESİ ÜZERİNE

Yoksulluğun bir sorun olarak görülerek ona çözüm aramaya başlanabilmesi için yoksulluk kavramına açıklık kazandırılması gerekmektedir. Kavramın tanımına açıklık getirilmesi temel de iki amacı gerçekleştirmek için yapılmaktadır. Bunlardan birincisi bu tanımla yoksulluğun öğelerinin ve nedenlerinin neler olduğunun ortaya konulmasını sağlamak, ikincisi ise yoksuların miktarlarının hesaplanabilmesine yol gösterebilmektir. Eğer yoksulluk ölçülemiyor ve yaygınlık düzeyi doğru olarak hesaplanamıyorsa, kaynaklarına doğru teşhiş konulamıyorsa buna karşı önerilen stratejilerin yeterliliğini doğru olarak değerlendirmek olanaksızdır.

Yoksulluğun nasıl tanımlanması gerektiği kolayca yanıtlanabilecek bir soru değildir. Bu konuda genellikle iki farklı tanıma referans verilmektedir. Bunlardan birincisi mutlak yoksulluktur. İnsanın biyolojik olarak kendisini üretebilmesi için gerekli kaloriyi ve gerekli diğer besin bileşenlerini sağlayacak beslenmeyi gerçekleştirmeyen kişiler mutlak yoksul sayılmaktadırlar. Tanımın insanın biyolojik özelliklerini esas alarak yapılmış olması ona mutlaklık niteliği kazandırmaktadır. İkinci tanım göreli yoksulluktur. Bu ise insanın bir toplumsal varlık olmasından yola çıkmaktadır. O toplumda kabul edilebilir en aşağı tüketim düzeyinin altında kalanlar göreli yoksul kabul edilmektedirler. Bu tüketim düzeyi mutlak yoksulluğun üzerindedir. Ama ne kadar üzerinde olduğu içinde yaşadığı toplumun gelişmişlik düzeyine göre farklılaşmak durumundadır. Bu bireyin biyolojik olarak değil sosyal olarak kendisini üretebilmesi için gerekli tüketim düzeyinin saptanmasını gerektirmektedir. Hesaplamaya kolaylık sağlamak için değişik kurumlar bu fazlalık için bazı konvansiyonları kabul etmişlerdir. Bazı çalışmalarda mutlak yoksulluk sınırı yüzde 50, bazı çalışmalarda yüzde 100 artırılarak göreli yoksulluk sınırı hesaplanmaktadır. Kuşkusuz bu fazlalık saptamaları önemli ölçüde keyfidir.

Günümüzde yoksulluk denildiğinde daha çok göreli yoksulluk kavramı anlaşılmaktadır. Bu yazıda da buradan sonra geçen tüm yoksulluk söcükleri göreli yoksulluk anlamında kullanılacaktır. Mutlak yoksulluk için muhtaç (destitute) gibi daha özelleştirilmiş kavramlar yeğlenmektedir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde ve daha sonraki yıllarda kabul edilen Avrupa Şartı gibi insan hakları belgelerinde insanın yaşam hakkı, onurlu yaşam hakkı olarak nitelenmiştir. Onurlu yaşam hakkı vurgulaması yaşam hakkının bireyin biyolojik yeniden üretimi düzeyinde düşünülmemesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu nedenle insan hakları belgelerinde gizil olan yoksulluk hattı (poverty line) anlayışının da göreli yoksulluk anlayışı üzerinden tanımlandığı söylenebilir.

Ne biçimde tanımlanırsa tanımlansın, yoksulluk kavramını modernite projesinin eşitsizlik konusundaki iç çelişkisinden bağımsız olarak düşünmek olanağı yoktur. Yoksulluk hattı bu bakımdan razı olunabilecek eşitsizlik düzeyi olarak da okunabilir. Böyle bir okuma sonucunda mutlak eşitlik talebinin geride tutulmasının bir yöntemi olarak görülebilir.

Bu noktada BM çevrelerinde yoksulluk kavramının operasyonalize edilebilmesi için geliştirilmiş olan basic needs (temel gereksinme) kavramı üzerinde durmakta yarar vardır. 1976 yılında Uluslararası Çalışma Örgütünün (ILO) küresel konferansında ayrıntılı olarak tanımlanan temel gereksinmeler kavramı daha sonra Dünya Bankasınca da benimsenmiştir.

Temel gereksinmeler;

1) Bir ailenin (beslenme, barınma, giyim vb.) özel tüketimi için gerekli minimumlar,

2) İçinde yaşanan topluluk için topluluk tarafından sağlanan toplu tüketim konusu olan gerekli hizmetler (güvenli içme suyu, kanalizasyon, elektrik, kamu ulaşımı, sağlık ve eğitim vb.)

3) Kendilerini etkileyen kararların alınmasına katılma,

4) Mutlak düzeydeki temel gereksinmelerin, temel insan haklarının daha geniş bir çerçevesi içinde, karşılanması,

5) İstihdama temel gereksinme stratejisinin hem amaç hem de araç olarak yaklaşılması,

olarak tanımlanmıştır. Bu aynı zamanda yoksulluğun ne olduğunu da tanımlamış bulunmaktadır. Temel gereksinmeler insan olmanın getirdiği onurlu yaşam hakkının evrensel düzeyde operasyonalize edilmesi olarak yorumlanabilir. Bunun içeriğine dikkatlice eğilinildiğinde görülmektedir ki, bireylerin toplumdan dışlanmasını engellemeye çalışan ve bireylerin kendi geleceklerini oluşturmada fırsatların tam olarak kapanmamasını sağlayan bir tutum bulunmaktadır.

Ama üzerinde uluslararası düzeyde uzlaşma sağlanmış olan bu yoksulluk çizgisinin yeterliliği her zaman eleştiriye açıktır. Bu razı olunan çizginin yeterli olup olmadığı sorusu hep gündemde kalacaktır. Bu nedenle yeterliliğin ölçütünün ne olduğunu açıkça tartışmak gerekir. Bu yeterlilik ölçütü büyük ölçüde insana verilen değere bağlı olacaktır. Eğer bir insanın hakkı onun varolan potansiyelini gerçekleştirmesine olanak verecek genel ve özel koşullar içinde yaşaması olarak düşünülürse, temel gereksinmeler tanımı dar kalacaktır. Temel gereksinmeler tanımına, kendini ifade edebilme, yaratıcılığını geliştirme ve gerçekleştirme, hoş ortamlarda yaşamını sürdürme gibi ögeleri eklemek gerekecektir.

Temel gereksinmelerin tanımına ilişkin bu yorumlar bizi dışlanma gibi önemli bir başka kavrama getirmiş bulunuyor. 1960 lı 1970 li yıllar için yoksulluk kavramı yaşanmakta olan toplumsal olguları kavramakta yeterli olurken, 1990 ların dünyasında çok daha rahatsız edici acımasız bir olgunun gelişmesi karşısında artık yeterliliğini kaybetmektedir. Yeni olguyu tanımlamakta dışlanma kavramı kullanabilmektedir. Küreselleşen ve teknolojik olarak yeniden yapılanan dünya ekonomisi içinde uyum yapamayan gruplar ve kişiler daha kolayca dışalanabilmektedir. Dışlanma da üç farklı boyut kendisini göstermektedir. Bunlar emek piyasasından dışlanma, siyasal süreçlerden dışlanma ve toplumsal ilişki ağlarından dışlanmadır. Bu gruplar toplum dışına itilmişlerdir. Yoksullar belli bir ölçüde toplumla ilişkilidir. Sanayi toplumunun dünyasında sistemin yoksullara gereksinmesi vardır. Oysa bilgi toplumuna geçen küreselleşen dünya da varsılların yoksullara gereksinmesi süratle azalmakta ve dışlanma olgusu yaşanmaktadır. Böyle üç farklı boyutta dışlanmış bir bireyin ya da ailenin yoksulluk çizgisini aşması büyük ölçüde yok olmaktadır. Dışlananlar kronik yoksullar haline gelmektedir. Bunlar sınıfaltı (underclass) gruplar olarak da adlandırılmaktadır.

Yoksulluk kavramına ilişkin olarak yaptığımız irdelemeler onun tanımlanmasına açıklık kazandırdı ama bu tartışmanın bizi getirdiği dışlanma kavramı yaptığımız tanımlamaların yoksulluğun niteliğini ortaya koymakta ve yoksulluğun nedenlerini teşhiste yetersiz kaldığını ortaya koydu. Bu nedenle şimdi yoksulluğun niteliği ve bileşenleri üzerinde duralım. Yoksulluk onu yaşayanlar ve onu dıştan bilmeye çalışan bürokratlar ya da plancılar tarafından farklı niteliğiyle kavranmaktadır denilebilir.

Yoksulluk her gün onu yaşayan için, bölünemeyen bir bütündür. Yoksulluk deneyimi sadece bir gelir azlığı, temel kentsel hizmetlerden mahrum olma değildir, aynı zamanda alt sosyal statülü mahallelerde yaşama, kent mekanında marjinalleşme, sağlıksız çevre koşullarında yaşamını sürdürme, adalet, eğitimden, sağlık hizmetlerinden daha az yararlanabilme, şiddete daha açık olma, yeterli güvenliğe sahip olmamaktır. Bu bütünlük hem mekansal düzeyde hem bireysel düzeyde yoksulluğun sürekli olarak yeniden üretilmesinin koşullarını yaratmaktadır. Onun yaşanlar için bir kader gibi algılanmasına yol açmaktadır.

Yoksulluk deneyinin bu bütünlüğü onun bir mekansal-komüniter nitelikli bir olgu olmasıyla yakından ilişkilidir. Yoksul bir ülkenin, gelişmemiş bir bölgesinin, fakir bir mahallesinde doğan bir çocuğun yoksul olma olasılığı çok yüksektir. Bu örnek bir yanlış anlayışa yol açmamalıdır. Gelişmiş bir ülkenin, dünya kenti niteliğindeki bir metropolünde, çok yoksul mahallelerin bulunması beklenen bir durumdur. Bu mahallelerde de yoksulluk hep birlikte yaşanan bir deneydir. Çocuğun içine doğduğu bir yoksul mahalle ve yoksul bir komünitede, yoksulluk çok rahatsızlık uyandırmayan, razı olunan bir yaşam biçimi haline gelebilmektedir.

Yoksulluğa bir birey ya da aile düzeyinde yaklaşıldığında da bir bütün olarak yaşandığı görülmektedir. Yoksullar kendi yaşam deneylerinde, yeterli genişlik ve kalitede konut mekanlarına sahip değilerdir, toplumsal ilişki ağlarını geliştirecek fazla zamana sahip bulunmamaktadırlar, yeterli bilgi ve hünerlerle donatılmamışlardır, kendileri için uygun bilgilere, finansman kaynaklarına ulaşamamaktadır, bu koşullar birbirini desteklemekte, yoksulu içinden çıkamadığı bir yaşam biçimine hapsetmektedir.

Yoksulluğun ister mekansal-komüniter düzlemde, ister birey düzeyinde olsun böyle kapalı kırılamaz bir bütünlük olarak algılanması, bu olguyu etkilemek ve yoksullukla mücadele etmek için dıştan algılamaya çalışan teknisyenler için çok tatmin edici olmamaktadır. Böyle çok değişik düzeyde ve kendi içine kapalı sistemler halinde algılanan bir yoksulluk olgusuna müdahale etmenin birçok zorlukları bulunmaktadır. Oysa yoksuluk olgusuna onu etkilemek için dıştan bakan bir teknisyenin bakış açısı yoksulluğu yaşayandan iki bakımdan fark edecektir. Bu bakış açısı biryandan, toplumun tümüne referanslar taşıyacak, yoksulluğu içinde bulunduğu toplumun genel özelliği içine yerleştirilecektir. Yani bütünle ilişkili olacaktır. Öte yandan yoksulluğu etkileyeceği varsayılan temel değişkeni önplana çıkaracaktır. Yoksulluğu çok boyutlu görmekten çok tek boyutlu görmeye çalışacaktır. Bu biçimde bir yaklaşım onu yoksulluğa müdahalede araçlarla donatmak bakımdan yarar sağlayacaktır.

Bu tür yaklaşımlardan biri yoksulluğa içinde yaşanan ülkedeki gelir dağılımındaki eşitsizlik açısından bakan ele alışlardır. Bu halde yoksulluk gelir dağılımın bozukluğunun sonucu olarak görülmektedir. Eğer vergilendirme ve refah devletinin yeniden dağıtım mekanizmalarıyla

Gelir dağılımındaki bozukluk düzeltilirse yoksulluğun da azalacağı varsayılmaktadır. Böyle bir yaklaşımda kuşkusuz göreli bir yoksulluk söz konusudur. Bunun ölçüsü olarak genellikle ülkedeki en üstteki yüzde 20 lik gelir diliminde bulunanların GSMH’daki paylarının en alt yüzde 20 lik dilimde bulunanları GSMH’daki paylarına oranı kullanılmaktadır.

Benzer bir başka bakış açısı ülkedeki işsizlik oranları üzerinde durmaktadır. Açık, gizli, yapısal vb. işsizlik kavramlarıyla yoksulluk arasında sıkı bir ilişkinin varlığı kabul edilmektedir. İşsizliğin yaygınlaşması, gelir dağılımının bozulması ve yoksulluğun yaygınlaşmasını artıracaktır. Böyle bir bakış açısı içinde izlenecek makro ekonomik politikalar sonucu istihdamın artırılması yoksullukla mücadelenin en kestirme yolarından biri olarak görülecektir.

Modernist bir bakış açısı içinde kişilere sürekli ve yeterli bir gelir sağlamanın yani güvenli bir yaşamı gerçekleştirmenin yolu modernite projesinin formel kalıplarına uygun iş sağlanmasına bağlıdır. Modernitenin formal kesimleri içinde kendisine iş bulanlar yoksulluk çizgisinin üstünde kalmayı garanti etmektedir. Ama özellikle gelişmekte olan ülkelerde modern kesimin büyüme hızı

Ülke nüfusunun tümüne istihdam sağlayamaktadır. Geriye kalan kesimin yaşamını sürdürmek için modernitenin meşru gördüğü kalıplar dışında yaratığı iş alanları genellikleinformel ya da marjinal kesim olarak adlandırılmaktadır. Bu kesimlerde de bazı kişiler yoksulluk çizgisi üzerinde gelir ve yaşam standardı sağlayabilse de informel kesim çalışanları genellikle, yoksulluk çizgisi altında bulunmaktadır. İnformel kesim hem yoksulluğa karşı bir çözüm gibi ortaya çıkmakta hem de yoksulluğu yeniden üretmenin koşullarını oluşturmaktadır.

Daha çok değişim sosyolojisinin düşünce kalıpları içinde soruna yaklaşan bir kişi yoksulluğugeçiş ekonomisinin sonuçlarından biri olarak görecektir. Modernite öncesi bir toplumdan modern topluma ya da sanayi öncesi bir toplumdan sanayi toplumuna geçiş başarıyla gerçekleştirilirse bu olgu büyük ölçüde ortadan kalkacaktır. Modernite öncesinde nüfusun çok büyük kesimi kırsal alanlarda yaşamakta, geçimlik tarım ile uğraşmakta. İçine kapalı küçük ekonomiler içinde kendi tüketimleri için üretim yapmakta ve üretimlerinin çok sınırlı bir kesimini pazara arzetmektedir. Geçimlik ekonomilerde üretim ve tüketim faaliyetleri birbirinden ayrışmamıştır. Sanayileşme ya da modernleşme sürecine girildiğinde ise geçimlik tarım dönüşecek, piyasa için tarımsal üretime geçilecek köylülük çözülecektir. Köylerden çözülen büyük kitleler kentlerde sanayileşmenin ve ilgili hizmelerdeki gelişmelerin yarattığı emek talebini karşılamak için kentlere yığılacaktır. Kente gelen bu köylü kitleleri kentteki yoksulluğun kaynağını oluşturmaktadır. Bu kitlelerin yoksulluğa kaynaklık etmesine değişik açıklamalar getirilebilmektedir. Bunlardan bir bölümü yapısaldır. Modernitenin dayandığı kapitalist sistemin karlılık oranlarını yüksek tutabilmesi için kentlerde işsiz yedek emek ordularına gereksinmesi bulunmaktadır. Yedek emek ordusu demek güvencesiz iş olanakları ve dolayısıyla yoksulluk demek olmaktadır. Diğer açıklamalar kentlere gelen bu grupların kent ekonomisinin gerektirdiği bilgi ve hünerlere sahip olmayışı, dolayısıyla düşük gelirli işlerde çalışmak ve gecekondu mahallerinde yaşamak durumda kalmalarına dayandırılmaktadır. Bu yaşam çevrelerinde ise yoksulluk çizgisinin üstüne geçebilmek oldukça zor olmaktadır.

Eğer bir toplumda moderleşme sürecinde ileri aşamalara varılmış, uygun makro ekonomik politikalar izlenmiş ve yüksek istihdam düzeyleri sağlanmış olsa bile yine de yoksullar bulunmaktadır. Bunu dıştan gözleyenler yoksulluk olgusunun tamamen ortadan kaldırılamayışı için açıklamlar yapmak durumda kalmaktadır. Bunlardan biri toplumda zayıf ve duyarlı olanların (vulnerable) varlığıdır, özürlüler, yetim çocuklar, yaşlılar vb. Bunlar toplumda çok değişik nedenlerle zayıf kalmış olanlardır. Bu zayıflıkları onları yoksulluğa itmektedir. Bu nedenle yoksulluktan kurtulmalarına olanak verecek düzeyde yardım edilmelidirler. Bu toplumlarda zayıf ve duyarlı olanların dışında da hala bir yoksul kesim kalmaktadır. Onlar toplumun marjinalleri olarak adlandırılmaktadır. Bizim yoksulluk diye tanımladığımız kalitedeki bir yaşamı kendi yaşam biçimleri olarak seçmişlerdir. Böyle olunca da çok önemli sağlık sorunlarıyla karşılaşmadıkları sürece dıştan yardım edilmeye kapalı kalmaktadır. Bu olgu bizi yoksulları yardım edilebilirler, yardım edilmeye kapalı olanlar diye bir ayrım yapmak durumunda bırakmaktadır.

III. ÇÖZÜMÜN NEREYE KADAR OLMASI İSTENİLİYOR?
Yoksulluk olgusunu çevreleyen kavramlar alanına ilişkin olarak yaptığımız bu yorumlama bu olgunun karmaşıklık düzeyini ortaya koydu. Böyle yoksulluk gibi karmaşık ve göreli bir olguya müdahale ederek bu sorun çözülmek istendiğinde, bu çözümden ne anlaşılması gerektiği konusunda da bir açıklık olacağını beklememek gerekir. Bu nedenle yoksulluğa karşı geliştirilecek stratejileri tartışabilmek için önce yoksulluk sorununun çözümünden ne anlaşılması gerektiğini de irdelemek yararlı olacaktır.

Böyle bir irdelemeye İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin 25.inci maddesinin birinci paragrafında

“Her şahsın, gerek kendisi, gerek kendi ailesi için, yiyecek, giyim,mesken, tıbbi bakım, gerekli sosyal hizmetler dahil olmak üzere sağlığı ve refahını temin edecek uygun bir hayat seviyesine ve işsizlik,hastalık,sakatlık,dulluk,ihtiyarlık veya geçim imkanlarından iradesi dışında mahrum bırakacak diğer hallerde güvenliğe hakkı vardır.” denilmektedir. Aslında bu madde içinde sayılanlar düşünüldüğünde bu maddenin insanların yoksul olmama hakkını tanımladığı rahatça söylenebilir. Tartışmaya böyle normatif bir noktadan başlayınca çözümden anlaşıması gerekenin yoksulluğu yoketmek (eradicate) olduğu söylenebilir.

Normatif olarak çözümden beklenenin yoksulluğu yoketmek olduğunu söylemek ona meşru dayanaklar bulmak kolaydır. Ama onu pratikte gerçekleştirmenin zorluğunu, hem yoksulluk üzerinde yaptığımız kavramsal tartışmalar, hem de yaşam deneyi göstermektedir. Böyle gerçekleştirilmesi çok zor bir hedefi koymanın olumlu ya da olumsuz sonuçlarını düşünmek gerekir. Eğer başarılmayacak kadar yüksek hedefler konuluyorsa, daha başlangıçta başarısızlık kabul edilmiş olur. Buna karşın yine de bazı hallerde yüksek hedefler benimsenebilir. Eğer yoksulluğa karşı seferberlik gibi, büyük kampanyalar düzenlenmek isteniliyorsa, bu büyük kampanyaların gerektirdiği kaynakları harekete geçirebilmek için gerçekçi olmayan hedefler bir taktik adım olarak seçilebilir. Konulan yüksek hedef gerçekleşmese bile, gerçekleşen yine de mütevazi hedefler konulduğunda gerçekleşebilecek olandan yüksek olacaktır.

Ama genelikle daha mütevazi hedefler benimsenmek yoluna gidilmiştir. Bu durumdayoksulluğu azaltmak daha gerçekçi bir hedef olarak ortaya konulabilir. Bu hedefteki azaltmak kavramını operasyonalize etmek istersek toplumdaki yoksulluk hattının altında kalanların miktarını düşürmek olduğu söylenebilir. Bundan da daha ılımlı bir hedef olarakyoksulluğu hafifletme (alleviate) üzerinde durulabilir. Buradaki hafifletme sözcüğüyle anlatılmak istenilen yoksul insanların daha çoğunu yoksulluk çizgisi üstüne çıkarmak değil, yoksulluk çizgisi altında bulunanların yaşamını iyileştirmek, yoksulluğu daha taşınır hale getirmektir. Böyle bir hedef yoksulluğu bir olgu olarak kabul etmekte ona katlanmayı kolaylaştırmaya çalışmaktadır.

Yoksulluğu bir olgu olarak kabul eden yaklaşımlarda yoksulluğu hafifletmekten daha zayıf hedefler de konulabilmektedir. O da yoksullukla uğraşmaktır (cope with). Bu yaklaşımda varlığı kabul edilen yoksullukla bir ilgilenme vardır, ama bu ilgilenmenin yoksulluğu azaltmak ya da hafifletmek gibi açıkça ifade edilmiş olumlu bir yönü yoktur. Böyle bir uğraşmanın kaçınılmaz olarak böyle bir olumlu sonucu doğuracağı ileri sürülebilir. Ama çoğu kez de bu doğru olmayabilir. Yoksullukla uğraşmada gerçekleştirilmek istenilen yoksulların toplumun varlıklı kesimi için bir tehdit oluşturmasını önlemeye çalışmak düzeyinde kalabilir. Bu yoksulluğun tepkisiz sürmesini sağlama anlayışı daha açık bir ifadesini yoksulluğu yönetmek kavramında bulmaktadır.

Yoksulluğun çözümünden ne anlaşılabileceği konusunda karşımızda geniş bir seçenekler yelpazesi bulunmaktadır. Bir toplumda bu seçeneklerden hangisinin pratiğe geçtiği o ülkenin özelliklerine bağlıdır, yani büyük ölçüde olumsaldır (contingent). Ama çok genel çizgileriyle ülkenin gelişmişlik düzeyi ne kadar yüksekse, o ülkede demokratik süreçler ne kadar gelişmişse, yoksulların talepleri ne kadar toplumsal hareketler haline dönüşmüşse, yoksulluğun giderilmesi konusunda yukarıda verilen seçeneklerin ilk sayılanları benimsenecektir. Bir ülke nekadar gelişmemişse, yoksulluk ne kadar yaygınsa, demokratik olmayan rejimler hüküm sürüyor ve bu konuda toplumsal hareketler ortaya çıkmıyorsa seçenekler yelpazesinin sonunda bulunanlar uygulamada etkili olacaktır.

IV. YOKSULUĞA KARŞI İZLENEBİLECEK DEĞİŞİK STRATEJİLER
Yoksulluk karşısında izlenebilecek stratejilerin seçimi büyük ölçüde sorunun ne ölçüde çözülmek istendiğiyle yakından ilişkilidir. Bir önceki bölümde incelediğimiz olanaklı seçenekler yelpazesi daraltılmak istenilirse temel de iki seçenek olduğu ortaya çıkar. Bunlardan birincisi yoksulluğu azaltmaya dönük olumlu yöndeki çözüm arayışlarıdır. İkincisi ise durumu büyük değişiklikler yapmadan sürdürmeye çalışan tutumlardır. Bu iki yaklaşımın arkasında insanın niteliklerine ilişkin iki farklı model, ya da inanç bulunmaktadır. Birinci yaklaşımı seçenler insanların içinde yaşadıkları olumsuz koşullara teslim olmayacağı, bunu değiştirmek için uğraş verme ve tepki gösterme güdü ve kapasitesine sahip olduğunu, oysa ikinci yaklaşımı benimseyenler, insanların pasif, kaderine kolayca razı olan, baskılara tepki gösterme güdü ve kapasitesine sahip olmadığını kabul etmektedir.

Yoksulluk karşısında büyük toplumsal gerilmeler yaratmadan durumu sürdürme yolunu seçenler, bazı hallerde yoksulluk sorunun küçük ve önemsiz göstermek, toplumsal bir sorun olmaktan çok bireysel bir uyumsuzluk sorunu olarak ele almak yoluna başvurabilirler. Eğer bu olgu gizlenemez biçimde büyük kitleleri kapsıyorsa ikinci bir türde abartma yoluna gidilerek sorun çözülemez derecede büyük ve kapsamlı gösterilmeye çalışılır. Bazı durumlarda bu kitleler aynı zamanda da tehlikeli sınıflar olarak gösterilerek, bunların üzerinde baskı oluşturmanın meşrulaştırması yoluna gidilebilir. Ama bu yazıyı olumlu yöndeki çözümler ilgilendirdiği için bu tür yaklaşımlar üzerinde daha fazla durulmayacaktır.

Olumlu yöndeki çözümler konusunda da değişik stratejiler önerilebilir. Bu öneriler dört boyutta farklılaşma göstermektedir. Birinci boyut ; çözümün hangi düzeyde arandığına ilişkindir. Bireysel x toplumsal (community level) ikilemi bu boyutun seçeneklerini oluşturmaktadır. İkilemin bir tarafında tek tek bireylerinin kapasitelerinin ve ilişkilerinin geliştirilerek bireylerin tek tek yoksulluktan kurtulmasına çalışılacaktır. Oysa ikilemin ikinci tarafında yoksulluğun bir mekansal-komüniter olgu olduğu, bundan çıkışın da bu düzeydeki bir yeniden örgütlenme ile gerçekleşeceğine inanılmaktadır. İkinci boyut çözümün nerede aranacağına ilişkindir. Bu halde de ekonomik bütünleşme x siyasal bütünleşmeseçenekleri bulunmaktadır. Birinci seçenekte yoksulluğun büyük ölçüde ekonomik nedenlere dayanan bir olgu olduğu kabul edilmektedir. Yoksulluktan kurtulmanın yolu da formel ekonomik sistem içinde bir yer bulma onun bir parçası olma da bulunmaktadır. İkinci seçenekte ise olgunun siyasal yönünün göz ardı edilmesine bir karşı çıkış vardır. Ekonomik çözümün de siyasal sistem içinde etkili bir yeralış ya da bütünleşmeden geçtiğine inanılmaktadır. Üçüncü boyut ise yoksulluk olgusuna dıştan müdahale eden temel aktörün niteliğiyle ilgilidir. Bu boyutta’da iki seçenek devlet x sivil toplum kuruluşları olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu seçeneklerin birincisinde yoksulluktan kurtarma büyük ölçüde devletin sorumluğu olarak görülmektedir. Refah devleti döneminin anlayışıyla yakından ilişkilidir. İkinci seçenek ise tamamen devleti dışlayıcı değildir, devlet yanısıra STK’ların potansiyellerini, yaratıcılıklarını harekete geçirmeye önem veren bir yaklaşımdır. Dördüncü boyut ise çözümüm hangi ölçekteki örğütlenme ile gerçekleştirilmesinin uygun olacağına ilişkindir. Bu boyutun iki seçeneği ise yerel x ülkesel ikilemi içinde ortaya konulabilir. Birinci seçenek yoksulluğun mekansal-komüniter niteliğinden yola çıkarak bundan kurtuluş yolunun yerel düzeyde ele alınması gerektiğini benimsemektedir. Bu halde yerel yönetimlere ya da yerel STK’lara değişik aktörlerin çıkarlarını koordine etmesi ve onların kapasitelerini harekete geçirmesi beklenmektedir. İkinci seçenekte ise yoksulluğun daha çok makro ekonomik politikalar sonucu olduğu düşünülmekte, çözümde ülkesel düzeyde geliştirilecek yeni regülasyonlara bel bağlanmaktadır.

Eğer yoksullukla savaş stratejilerinin birbirinden bu boyutlarda farklılaştığı kabul edilirse, kuramsal olarak onaltı farklı türde ve nitelikte strateji var demektir. Burada bu olumlu yöndeki farklı stratejilerden ikisi üzerinde durulacaktır. Bunlar; bir ekonomik yatırım olarak yoksullukla mücadele ve topluluk olarak kendisini güçlendirme (self-empowerment) stratejileri olacaktır. Bu stratejilerin her birinde üzerinde durduğumuz değişik boyutlar ele alınacaktır. Bu iki ana strateji üzerinden diğer stratejilere nasıl ulaşılabileceği kolayca kestirilebilir.

Bir ekonomik yatırım olarak yoksullukla mücadele, yaklaşımının ilginç yanı bu sorunun çözümüne normatif kaygılarla ya da acıma duygularıyla yapılan bir yardım olarak bakmamasıdır. Bu alanda bir ekonomik fırsat görmekte olmasıdır. Eğer Recife toplantısı sırasında yapılan bu saptama gerçekçiyse bu çözümün yaygınlaşması, büyük kitleleri kapsar hale gelmesi olanaklı olacaktır.

Bu görüş açısı, yoksul kitleler üzerinde yapılan araştırmalar ve gözlemlerin ortaya koyduğu, yoksulluk koşulları içinde yaşayanların genellikle önceliklerini doğru olarak saptama, sınırlı da olsa kaynaklarını harekete geçirme, kendi özel ve kamusal çıkarını korumak için yerel yönetimlerle müzakere edebilme kapasitesine sahip olması gerçekliğinden yola çıkmaktadır.

Böyle bir kapasite olduğu saptanınca bu kapasiteyi geliştirmek ve ondan yararlanmak da gündeme gelmektedir. Bu geliştirme işleminde toplumdaki değişik aktörlere değişik roller düşmektedir. Bunun önemli bir kısmı devlet ve yerel yönetimlerden beklenmektedir. Devlet ve yerel yönetimlerden beklenen daha çok bu yoksul grupların kent mekanında güvenlik duygusu içinde ve temel kamu hizmetlerinden yararlanarak yaşamalarının sağlanmasıdır. Güvenlik sağlanmasından anlaşılan kentte her an yıkılma ya da elinden alınma tehtidi altında bulunmayan bir arsa üzerinde kendisinin bir konut yapmasına olanak tanınmasıdır. Kentsel temel kamu hizmetlerinden anlaşılan ise, sağlıklı içme suyu sağlanması, katı ve sıvı atıkların sağlıklı biçimde uzaklaştırılması, elektrik temini, eğitim ve sağlık hizmetlerinin verilmesidir. Bütün bunlar yoksulluktan kurtulma için gerekli koşullardır.Ama yeterli değildir.

Onların kendilerini yoksulluktan kurtaracak temel varlıkları emekleridir. Bu emeğin emek piyasasında en iyi koşullarda arzının sağlanması gerekir. Bu en iyi koşullarda arzdan üç farklı şey anlaşılabilir. Birincisi yoksul ailenin arzedilebilir emek miktarını artırmaktır. Bunun bir yolu kadın emeğini arz edilebilir hale getirmektir. Onun için de annenin işte bulunduğu dönemde çocukların bakımını sağlayacak hizmelerin verilmesi gerekir. İkincisi ise arzedilen emeğin bilgi ve becerisini geliştirmektir. Bu da yoksulların yaygın eğitim hizmetlerinden yararlanması ve işbaşında eğitim yoluyla sağlanabilir. Üçüncüsü ise yoksulların formel ekonomik ilişkiler ağıyla ilşikilerini kurmalarına olanak sağlanmasıdır.

Kuşkusuz özelikle bir geçiş yaşayan ülkenin yoksullarının birden formel ekonomik sistemin bir parçası haline gelmesini beklememek gerekir. Bu zaman alacak bir süreçtir. Bu zaman süresinde belli nitelikte bir barınağın sağlanması çok önem taşır, yoksulluğun taşınmaz hale gelmesini engeller. Kişiye ya da aileye toplumda bir adres sağlar, onun yok olmasına, köksüzleşmesine olanak vermez. Bir ilişki ağına girmesini kolaylaştırır. Konut kolayca üretime katkısı olan bir varlık niteliği kazandırabilir. Bir üretim mekanına dönüşebilir. Bu konutta ve çevresinde aile ilişkileri ağı içine düşülecek ekonomik bunalımların aşılması için bir güvence oluşturur.

Yoksulluğa karşı önerilen bu stratejiyi bu yazının kapsamı içinde daha fazla ayrıntılandırmaya gerek yoktur. Daha çok bir aileyi ya da bireyi yoksulluktan kurtarmaya dönük bu ekonomik değişkenleri ön plana alan bu strateji kendi içinde tutarlı bir çözüm önermektedir. Ama bu stratejiye ilişkin yanıtlanması gereken bir soru kalmaktadır. O da, böyle bir ekonomik çözüm iddiası bulunmasına karşın, yoksulluğun yaygın olarak neden varlığını sürdürmekte olduğudur. Bu sorunun yanıtı önerilen stratejinin hangi koşullarda başarılı olabileceği konusunda bir irdeleme yapılarak verilebilir.

Böyle bir irdelemeye, bu stratejinin başlangıç kabülleri hatırlanarak girişilebilir. Başlangıçta yapılan yoksulların kendi kaynaklarının ve durumunun rasyonel bir değerlendirmesini yapma kapasitesine sahip oldukları saptaması bu bakımdan önemlidir. Bu saptama aslında bu stratejinin başarılı olmasının ön koşulunu da ortaya koymaktadır. Yoksulluğu kişisel uyumsuzluklarından kaynaklananların yaşadığı sefalet mahalleleri bu saptamayla dışta kalmaktadır.

Ama bir geçiş toplumunda ikinci ve daha sonraki kuşakların yaşadığı gecekondu mahallerindeki yoksulluk söz konusuysa bu ön koşulun büyük ölçüde gerçekleşmiş olduğu söylenebilir. Oysa bu tür yerlerde de yoksulluk sürmektedir. Bunun nedeni önerilen modelin temelde emek arzının koşullarının iyileştirilmesine dayanmasıdır. Böyle bir iyileşme sağlansa da eğer arzedilen emeğe talep bulunmuyorsa bu strateji etkili olmayacaktır. Oysa hızlı bir gelişme gösteren, emeğe talebin hızla arttığı bir ortamda, bu strateji başarılı olacaktır. Yani bu stratejinin etkili olabilmesi için yeterli hızla büyüyen bir ekonomiye sahip olmak ikinci bir ön koşul olarak bulunmaktadır. Bu ikinci koşul gerçekleşmiyorsa, arz edilen emek, bir anlamda, kendi talebini de yaratmak zorunda kalmakta, informel sektörün ya da ev üretimlerinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu tür gelişmeler yoksulluğun hafifletilmesine yardımcı olsa da, yoksulluğun azaltılmasında ya da yokedilmesinde etkileri sınırlı kalmaktadır.

Topluluk olarak kendini güçlendirme stratejisi genellikle ekonomik yatırım olarak yoksullukla mücadele stratejisinin dayandığı kabullerin karşıtları üzerine kurulmuştur. Bu stratejinin çıkış noktası yoksulun yoksulluktan kurtulmak için yararlanabileceği aktiflerin sayısını artırmaktır. Yoksulun tek aktifi olan emeğin yanına, dayanışma içinde bir topluluk (community) olmanın avantajlarını katmaya dayanmaktadır.

Bu stratejide insanların neoklasik ekonomi kuramındaki gibi birbiriyle ilişkisi olmayan atomistik bireyler olarak düşünülmesi halinde yoksulluktan kurtulmakta kullanabilecekleri önemli bir potansiyelin boşa harcandığına inanılmaktadır. Oysa insanlar birbirleriyle ilişki içinde yaşamaktadırlar. Bu insanlar birbirleriyle ilişkilerini güven esası üzerinden geliştirerek kendi aralarında bir dayanışma duygusu geliştirerek bir komünite oluşturabilirler. İşte bu komünite dayanışma içinde bir topluluk olmanın bilincine ulaştığında önemli bir güç haline gelir. Kendisini güçlendirerek yoksulluktan kurtulma yolunda önemli adımlar atabilir.

Bu yazının yoksulluğun nitelikleri üzerinde duran ilk bölümlerinde yoksulluk olgusunun mekansal-komüniter olduğunu ve sürekli olarak yoksulluğun yeniden üretilmesinin koşullarını yarattığını görmüştük. Eğer yoksulluk olgusunun bireysel değil, mekansal-komüniter olduğu kabul edilirse yoksulluk kısır döngüsün kırılması da ancak mekansal-komüniter düzeyde olmak durumundadır.

Bu stratejinin bir başka üstünlüğü yoksulluktan kurtuluşun bu topluluk dışındaki kurtarıcılara değil topluluğun kendine güvenine bağlanmış olmasındadır. Başka bir deyişle bu tepeden değil tabandan (grass-roots) gelen bir çözümdür. Bu nedenle bu strateji kaçınılmaz olarak yerel olacaktır.

Bu stratejinin temelde iki adımlı olduğu söylenebilir. İlk adımda komünite yaratılacak ve toplumsal güç oluşturulacaktır. Sonra yaratılan bu toplumsal gücün bir siyasal güce dönüşmesi sağlanacaktır. İlk adımda toplumsal gücün oluşturulmasında içinde yaşanan toplumun özelliklerine göre farklı yaklaşımlar geliştirilebilir. Bu komünitenin yapı taşları konutlar ve hane halklarıdır. Bu hanelerin oluşturduğu komünitenin güçlendirilebilmesi için bu hanelerin güvenli yaşam mekanları olan konutlarının bulunması, komünite faaliyetlerine ayrılabilecek bir artık zaman bulabilmeleri, komünite düzeyinde deneysel ve sosyal öğrenme sürecine girilmesi, komünite içinde ve dışında ilişki ağlarının geliştirilmesi gerekir. Ama bunlar yeterli değildir. Bu hanelerin emeklerinin pazar ve pazar dışı ilişkilerle prodüktif olarak kullanılmasının sağlanması yolları gerçekleştirilebilmelidir. Bunun değişik yolları olabilir. Ev üretimlerinin örgütlenmesi, değişik amaçlı; üretim, pazarlama ya da tüketim kooperatiflerinin kurulması, vb. yollara başvurulabilir. Böyle örgütlenmiş bir komünitenin kredi kaynaklarından yararlanması da daha kolay hale gelecektir. Bu tür bir toplumsal gelişme sonrasında ortak kaynaklarını harekete getirerek kendilerini yoksulluk tuzağına hapseden sınırlamaları aşabilme kapasitesine ulaşmış olacaklardır.

Böyle bir sosyal güç oluşduktan sonra, siyasal alanda etkili olmak bunları siyasal güce dönüştürmek göreli olarak kolaylaşacaktır. Örgütlenmemiş tek tek kendi kurtuluş yolunu arayan bir yoksulun siyasal haklarını etkili olarak kullanması olanağı yoktur. Bunların yapabileceği ancak himayeci siyasal pratiklere başvurmanın, paternalistik tutumlardan medet ummanın ötesine gidemeyecektir.

Ama yoksulluktan kurtulma yolunda böyle bilinç geliştirmiş iç dayanışması olan komünitelerin siyasal alanda etkileme ve pazarlık etme güçleri artar. Özellikle de kendi haklarını korumak için toplumsal hareketlerin geliştirilmesine katkıda bulunduklarında bu olasılık daha da yükselecektir. Ama bu konuda çok dikkatli olmaları gerekecektir. Toplumun meşru protesto yolları içinde kalmalıdırlar. Bu sınırların aşılması halinde toplumda dışlanma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklardır.

Bu noktada topluluk olarak kendini güçlendirme stratejisinin devletle ilişkileri konusunda da bir saptama yapmak gerekir. Bu konuda bir ikilem bulunmaktadır. Bu stratejiyi önerenler bir yandan varolan devleti sorunun bir parçası gibi görmektedir. O nedenle de yoksulluktan çıkabilmenin esas dayanağını kendilerinde güvende bulmaktadır. Ama öte yandan bu stratejinin başarısının da güçlü bir devletin varlığına dayandığını bilmektedirler. Ayrıca devletin kaynaklarından daha çok pay almanın kendi hakları olduğuna inanmakta, kendilerine gerekli altyapı ve kamu hizmetleri sağlanmasında devletin görevini yapmasını beklemektedirler. Bunun içinde devletin şeffaf olmasını, hesap vermeye açık olmasını istemektedirler. Kendileri örgütlenerek kendilerine yardım etmeyi becebildikleri için devletin üzerine düşen görevleri yerine getirmesinde bir önceliğe sahip olmayı talep etmekte kendilerini haklı bulmaktadırlar.

Bu stratejinin yoksullukla mücadelede çözümü, gerçekte ekonomi alanında değil, yoksulların güçlendirilmesi yoluyla siyasal bütünleşmenin sağlanmasında bulduğu söylenebilir. Bu tüm toplumu kapsayıcı bir demokrasi talebini yaşama geçirmek arayışı olarak görülebilir. Bu demokrasi talebi, temsili demokrasinin varolan işleyişinin daha duyarlı hale getirilmesinin ötesindedir. Bu komunite içinde, gündelik yaşamın içine işlemiş bir “güçlü demokrasi” talebidir. Ama bu talebi karşılarken komünite içi farklılıkların ya da çelişkilerin farkında olmak, romantik düzeyde kalmamak gerekir. Bu söz konusu komünitenin sivil toplum alanının aktif bir unsuru haline gelmesi demektir.

Bu stratejinin bir iç tutarlılık problemi bulunmaktadır. Stratejinin komünitenin toplumsal gücünün geliştirilmesi aşamasında, komünitenin olanaklarıyla tutarlı ama oldukça mütevazi hedefleri olan bir üretime yönelme yaklaşımı bulunmaktadır. Bu tür üretim bir yandan komünite içindeki dayanışmayı artırmak bakımından araçsal bir öneme sahiptir. Ama uzun erimde komünitenin başarısının gelişmesinin bir engeli haline gelme tehlikesini de bağrında taşımaktadır. Böyle bir gelişim uzun erimde daha iddialı ekonomik hedeflere yönelmeye açıklığını korumalıdır.

Bu strateji de kendi içinde tutarlıdır. Ama yoksullar kolayca örgütlenerek kendi kaderlerini değiştirme yolunu bulamamakta, yoksulluk yaygın olarak sürmektedir. O halde bu modelin başarılı olabilmesi için bazı koşulların gerçekleşmesi gerekmektedir. Topluluk halinde kendini güçlendirmenin başarılı olabilmesi için iki ön koşul olduğu söylenebilir. Bunlardan biri alternatif ekonomi girişimlerine belli bir ölçüde açık kalması, diğeri ise gücünü himayeci pratiklerde gören siyasetin, bu tür bir demokrasi pratiğini kendisi için tehdit olarak görmemesidir. Bu tür engellerin aşılmasında başarı örneklerinin ortaya konulabilmesi özel önem kazanmaktadır. Toplumun yoksul kesimi için soyut modellerden çok somut örnekler ikna edebilecektir.

V. SON VERİRKEN
Günümüzde dünya çok önemli bir dönüşüm yaşayarak üretim potansiyelini hızla geliştiriyor. Her geçen gün dünya toplam olarak daha çok katma değer yaratıyor. Ama bu yaratılan değerin dağılımının eşitsizliğini artırıyor. Dünya da 1960 yılında nüfusun en zengin yüzde 20 sinin gelirinin en fakir yüzde 20’sinin gelirine oranı 30 iken 1991 de aynı oran 61’re yükselmiştir. Yoksulluk ve dışlanma da artmaktadır. Buna karşın yoksulluk ve dışlanma dünya yönetişim sisteminin gündeminde önemli bir yer tutmamaktadır. Yoksullar büyük ölçüde kendi hallerine bırakılmışlardır. Dünya yönetişim sistemi yeniden dağıtım mekanizmalarının geliştirilmesine elverişli bir yapıda değildir. Yoksullar ve dışlananlar da küresel ölçüde bir muhalefeti geliştirerek dünya yönetişim sisteminini bu konuyu gündemine almaya zorlayamamaktadır.

Refah devleti kavramının geriletilmesinden sonra, yoksullar büyük ölçüde yalnız kalmışlardır. Kendi çözümlerini kendilerinin piyasa mekanizması içinde üretmesi beklenmektedir. Bu yalnızlık içinde ulaşılabilen çözümlerin etkileri de kaçınılmaz olarak sınırlı kalmaktadır. Oysa insanlığın bugün ulaştığı bilgi ve kapital birikimi ve üretim potansiyeli içinde bugünkü yaygınlıktaki bir yoksulluğu ve dışlanmayı doğal karşılamak olanaksızdır. Herhalde yapılması olanaklı çok şey bulunmaktadır. Ama bu olanakları görebilmek için günümüzün kurumsal yapılarının ciddi bir eleştirisine gereksinme vardır. Böyle eleştirel bir çaba sonrasında radikal çözüm önerileri olanaklı hale gelecektir. Ama bu eleştirinin salt bir düşünsel eksersiz olarak yapılması çok anlamlı değildir. Ancak böyle bir eleştiri küresel düzeyde bir sosyal süreç olarak yaşanması halinde anlamlılık kazanacak, böyle bir toplantıda daha köklü önerilerin geliştirilmesine kaynaklık edebilecektir. Böyle bir eleştiri dönemi henüz yaşanmadığı için bu yazıda yapılan önerilerin de varolan kurumsal yapıların sınırlamaları içinde yapıldığını belirtmekte yarar vardır. Bu nedenle de uygulamadaki etkileri hakkında realist beklentiler içinde olunmalıdır.

İlhan TEKELİ

———————————-

KAYNAKLAR
Alan Duben: İnsan Hakları ve Demokratikleşme Yerel Yönetimlerin ve Gönüllü Kuruluşların Rolleri; WALD, İstanbul,1994.

Arturo Escobar: “Reflections on Development Graaroots Aproaches and Alternative Politics in the Third World”,Futures, Haziran .1992,ss.411-436.

George McRobie: “Services for the Urban Poor A People-Centered Approach”, Building Issues, Cilt.8, Sayı.1, 1966.

Gerry Rodgers (edit.): Urban Poverty and the Labour Market Access to Jobs and Incomes in Asian and Latin American Cities, International Labour Office, Geneva,1989.

Gülten Kazgan: Türkiye’de Gelir Bölüşümü:Dün ve Bugün, Friedrich Ebert Foundation, İstanbul.1990.

Habitat.II: Report of the Recife International Meeting on Urban Poverty, Recife, Pernambuco,Brazil, 17-21 March 1996.

John Friedman: Empowerment The Politicts of Alternative Development, Blackwell, Cambridge, 1992.

Michael Marien: “The Fragmented Futures of Human Rights and Democracy”, Futures, Cilt.28, No.1, 1996, ss.51-73.

UNCHS, HIC, Groupe de Salvador: Towards More Human Communities: Public Action and Community Initiatives, Foundation pour le Progrès de l’ Homme, Paris.1966.

Zygmunt Bauman: Küreselleşme Toplumsal Sonuçları, Ayrıntı Yayyınları, İstanbul, 1999.