.: Keşkeler zamanı…

Sabah kapıdan çıkar çıkmaz, her zaman yaptığım gibi bahçe kapısına yöneldim. Bahçe kapısına vardığımda, sanki bir el uzanmış ceketimin yeninden tutmuş, geriye çekiyordu.

Durdum.

Görmeden geçip gittiğim güllerin kokusuydu beni geriye çağıran. Pembe, kızıl, beyaz yapraklarında çiğ taneleri, eğilip kokladım…

“Ne zaman böyle güzel açtınız, ne zaman”

Birkaç gündür açmış olduklarını, burada oldukları fark ettiğimde, biraz utandım, biraz kendime şaşırdım.

Kurumuş, soğuktan büzüşmüş yaprakları, solan gülleri, üzerinden, dikenlerin elimi yırtmasını da göze alarak temizlerken, bir yandan da; nasıl farkına varmamış olduğumu, neden görmediğimi düşünüyordum. Üstelik mevsim kışa dönmüş, her yerde kışın solgun renkleri giderek daha çok hâkim olmaya başlamışken, bu güzelliği atlamış olduğuma bir türlü inanamıyordum.

Nasıl oluyordu bu?

Bir sebebi var mıydı bu görmezden gelmelerin, bu umarsızlığın bir açıklaması yapılabilir miydi?

Bunu kendimize neden yapıyoruz?

Böyle düşünce bencillik yaptığımı düşündüm. Bu her şeyin bizim için olduğuna nasıl kendimizi inandırdık. Bu kendimizi her şeyin merkezine koyuşumuz, umarsız görmezden gelişimizi de biraz açıklamıyor muydu?

Elbette, bu kendimize karşı da bir haksızlıktı, kendimizi çevremizdeki olup bitenden, var olan güzelliklerden mahrum etmekti, ama hepsi bundan ibaret değildi, çevremizi, çevremizde olup bitenden kendimizi mahrum etmekti de.

Başka neleri görmeden geçip gittiğimi, görmezden geldiğimi düşünmeye başlarken gözlerim çevrede geziniyordu.

Hemen gözüme çarpanlar, portakalların dalında kocaman olduğu, küçük bodur ağıcın ince dallarını yere kadar eğdiği, mandalinaların turuncu bir sessizlik içinde toplanmayı beklediğiydi. Önce portakal ağacına gittim, ellimle dalındaki portakalları tartım, sonra mandalina ağacına gittim, bir tanesini dalından alıp soymaya başlarken, bugün değilse yarın, dalında çürümeden toplamalıyım diye düşünüyordum.

Bunu sevdiğimiz insanlara, bize ihtiyacı olan insanlara da yapıyoruz.

Bir telefon bekleyen, bir merhaba, içten sıcak nasıl olduğunu sormamızı, ilgilendiğimizi bekleyenler. Kapı komşumuz, yakınımız, alış veriş ettiğimiz esnaf. O sokak çocuğu, o dilenen Suriyeli çocuk, görmeden geçip gittiklerimiz arasında oluyor.

Üstelik onlardan bazıları artık istesek de ulaşamayacağımız uzaklıktalar.

En kötüsü en acıtanı bu…

Sevdiğimizi söylemeyi, aklımızdan geçirdiğimiz, söylemediklerimiz, söylemeyi gereksiz bulup, “anlasın canım” dediklerimiz. Hep yanımızda, hep orada olanların, bizim için önemli olduklarını, bizi mutlu ettiklerini kendimize itiraf etmekten, onlara söylemekten, onlara gitmekten korkuyoruz.

Neden sevdiğimizi söylemediğimizin, neden arkalarından gitmediğimizin, hep “ama” “fakat” diye başladığımız uzun bir açıklaması oluyor.

Bir gün onlar, çekip gittiğinde, yokluklarıyla arkalarında oluşan o derin boşluğa düşüyoruz. O an, onların bizim için ne kadar değerli olduklarını, bizim, biz olmamızdaki payını anlıyoruz.

Ama her şey için çok geç.

Çünkü zaman, artık dilimizden düşmeyen; “keşkeler zamanı…”

Hasan KAYA
3 Aralık 2015 Perşembe