.: Memleketi kurtaramadık…

Sabahtan bu yana canım sıkılıyor, geçer umuduyla çıkıyor yürüyorum… Denizden gelen rüzgâr sert, içim ürperiyor. Kara, gri bulutlar dolanıyor tepemde. Yağsa rahatlayacak hava.

Yağmur da yok günlerdir.

Çarşıya girdiğimden beri selam vermediğim esnaf kalmadı. Gazete bayisi uzaktan görüyor beni günlük gazetelerimi hazırlamak için içeri giriyor. Ben bayının önüne vardığımda, o da elinde gazeteler çıkıyor.

Gazetelerim elimde girip oturuyorum her zamanki kafeterya, her zamanki masamdayım… Pencere kenarı, başımı kaldırıp baktıkça denizi görüyorum. Kahvemi söylemeden getiriyor Hikmet. Bu fırsatı değerlendirip konuşuyoruz.

“Nasılsın abi bu gün?”

“İç güveyinden hallice…” diye cevaplıyorum.

Tam olarak ne dediğimi anlamıyor, ama bir şeylerin yolunda gitmediğini tahmin ediyor…

“Hayrola abi… canını sıkan bir şey mi oldu.”

“Yok, her zamanki sorunlar. Memleketi bu günde kurtaramayacağız, ona canım sıkılıyor…” dedikten sonra, “Boş ver” deyip âdeti bozmuyor, onun halını hatırını soruyorum.

Hep cevapları kısa oluyor; “Bildiğin gibi abi” diyor geçiyor. Her an çağrılacağını bildiği için, her an yarıda kalabilecek uzun bir tümce kurmaktan, uzun bir sohbete girmekten kaçıyor.

“Boş ver be abi… kim kurtardı ki zaten.” diyerek beni rahatlamaya çalışıyor, kendisine seslenen diğer müşterilere yöneliyor…

Giderken, dönüp; “Geleceğim abi” demeyi de ihmal etmiyor.

Hikmet, o bildiğimiz güzel düzgün çocuklardan biri. Eğilip bükülmeden saygılı olmasını becerebiliyor. Bu yüzden seviyorum onunla konuşmayı, birlikte olduğum anları. Aramızda farkında olmadan kendiliğinden gelişen bir dostluk var. Kafeteryaya uğramadığım günlerde merak ediyor, gün içinde nerede görse yanıma gelip mutlaka hal hatır sorarak, her şeyin yolunda olup olmadığını öğrenmeye çalışıyor.

Bazen müşterisi olmadığında çayını alıp sessizce yanına oturuyor. Ben gazetemi okurken o da eline alıp birini sayfalarını hızlıca çevirerek göz gezdiriyor. Arada konuşuyoruz. Her şeyi soruyor, konuşuyor, ama en çok benim ona sormamdan hoşlanıyor. Bana bir şeyler anlatmak hoşuna gidiyor.

Anlatmayı sevdiğinden mi, yoksa bir dinleyenin olmasından mı onu hala çözmüş değilim… Belki de ikisidir…

Ne yalan söyleyeyim ben de Hikmeti dinlemeyi seviyorum. Sesi, vücut dili, el kal devinimleri, gözleri hepsi bir birini tamamlıyor. Bütün dillerde ahenkle aynı şarkıyı söylüyor…

Dün yanıma oturup elimdeki gazete haberine bakarak; “Bu Kürtleri anlamıyorum abi. Ne istiyorlar bunlar.” derken anlamadığı, kızdığı hatta sevmediği o kadar belliydi ki.

“Bir ülke de kaç dil olur, kaç dil konuşulur” derken başka yerlerde, başka ülkelerde birden çok dilin konuşulduğunu, o dillerde eğitim, öğrenim yapıldığını bilmediği belliydi.

Hikmet; Kürtleri anlamıyor, Alevileri alamıyor, Romenleri anlamıyor üniversite öğrencilerinin sağ sol olaylarına karışmasını anlamıyor, solcuları hiç anlamıyor…

Kim anlatacak Hikmete. Hikmetlere kim oturup Kürtleri, Romenleri, Alevileri anlatacak. Kendisi yaşında üniversite öğrencilerinin ne yaptığını, ne istediğini kim anlatacak ona…

“Ne oluyor bize, ne oldu bu memlekete, neden insanlarımıza bunu yapıyoruz” diye kendi kendime sorduğum soruların hepsinin cevabı aslında kafamda çoktandır hazır.

Bilinmez şeyler de değil hiç biri.

Ama ben bunları Hikmet’e nasıl anlatacağım. Memleketten geçtim; kendimizi, Hikmetleri de kurtaramıyoruz artık…

 Hasan KAYA
26 Ocak 2010, Salı