Şehrin dinmeyen sancısı…

[columns ]
[column size=”1/1″]Bir önceki, (Türkiye’nin karanlık gerçeği) yazımda köylülük üzerine bazı tespitler yapmıştım. Bu tespitler birilerini nedense rahatsız etmiş. Ancak bu rahatsız olma, şehirleşmenin henüz tamamlanmadığını gösteren ve doğrulamakta.
Demek ki; hala birileri onlarca yıldır şehirlerde yaşadığı halde, köyü, kasabası ile bağlarını koparamamış. Köylülüğe söylenen her lafı kendine söylenmiş kabul ediyor.

Ben de bu yazımda gelen tepkilere doğrudan yanıt vermek yerine konu ile ilgili düşüncelerimi biraz daha açarak konuyu irdelemeye çalışarak dolaylı bir yanıt vermeye çalışacağım.

Öncelikle köylüğü neden küçük burjuva olduğundan başlayalım. Köylülük küçük de olsa sahip olduğu özel mülkiyeti ile bir yanı ile küçük bir burjuva, diğer yanıyla emeği ile çalışmadan yaşamını sürdürmesi mümkün olmadığı içinde emekçidir.

Elbette köylüğün bu özelliği onun ruhsal yaşamını, hayallerini, dünyaya bakışını da etkiler. Bölünmüş bir kişilik içinde olmasını kaçınılmaz kılar. Diğer yandan köylülüğün çalışma ve üretim koşulları bütün yılı kapsamaz. Ürettiklerine bağlı olarak (değişik dönemlerde de olsa) çok uzun bir süre çalışmaz. Genelde bu süre üç ile beş ay ile sınırlıdır. O da; genellikle ekim ile hasat arasındaki yaz aylarını kapsar.

O, Ağustos Böceğinin aksine yazın kısa süre çalışır, bütün kış saz çalar türkü söyler. Bu kısa çalışma süresi onun aylaklığının, çalışmadan zenginleşme isteğinin de temelini oluşturur.

Bu istek öyle sanıldığı kadar kolay gerçekleşebilecek bir şey değildir. Kapitalizm doğası gereği büyük kitlelerin zenginleşmesi zaten mümkün değildir. Sermayenin giderek daha az sayıda insanın elinde toplanması, merkezileşmesi yönündeki gelişimi bunu olanaksız kılan etmenlerin başında gelir.

Köylülüğün şehirlere akmasıyla zenginleşme hayallerinden kurtulacağı beklenir. Çünkü onun şehirlerde yaşamını sürdürmesinin biricik yolu emeğini satarak olacaktır. Bu da onun işçileşmesi (proleterleşmesi) demektir. Ancak bizim gibi ülkelerde bu pek mümkün değildir. Bunun başlıca nedeni şehre gelenlerin çalışabileceği sınırlı üretim alanı ve sanayi, yedek iş gücünün artan sayılarda yığılmasını ve işsizliğin kabarmasını getirir.

Üretime katılarak işçilerin saflarını sıkılaştırması beklenen köylülük, ülkenin sınırlı üretim alanlarının sonucu işsizler ordusunu büyütür.

Bu da ister istemez, bu işsizlerin değişik alanlar yaratmasını, emek yoğun olmayan alanlara kaymasını, zenginleşme hayallerinin sürüp gitmesini sağlar. Diğer yandan, çarpık şehirleşme kırdan gelenlerin gettolaşma/varoşlaşmasıyla kırsal kültürün sürüp gitmesini, canlı tutulmasını sağlar.

İçine sıkıştığı varoşlarda kırsal alışkanlıklarını, davranış biçimlerini, ahlakını yani kültürünü yaşamayı sürürken, bir yandan da artan mülk sahibi olma, zenginleşme (burjuvalaşma) hayallerini sürdürmesi, onu bölünmüş bir kişilik içine çeker.

Bütün bunlar, fiziki olarak şehirde olmakla birlikte, şehrin yabancısı olan bu sınıfın, şehirle sağlıklı organik bağ kurmasının olanağını ortadan kaldırır. O değişeceğine, şehri değiştirmeye zorlar ve şehirlerin yıldızların görünmediği büyük köylere dönüşmesini sağlar.

İş yıldızların kaybolması ile sınırlı kalmaz. Ondan daha önemlisi bu tür bir şehirleşme demokrasinin de, demokratik kültürün de gelişmesinin engelidir.

Şehir yaşamı üretimden başlayarak şekillendirdiği yaşam anlayışı ve kültürle demokrasinin hayat bulmasını sağlar. Çünkü şehir kırın aksine, bir birinden etnik ve inançsal farklığı olan insanların bir arada birlikte çalışmasını, yaşamasını zorunlu kılan mekandır. Bu zorunluk, kırın dayatmacı kültürünün törpülenmesini ve zaman içinde yok olmasını sağlar.

Bu haliyle elbette Türkiye’nin karanlık bir gerçeği var. Şehirleşme süreci onun geçmekte olduğu o karanlık tüneli ifade ediyor.

Gerçek anlamda bir şehirleşme, şehre ait sınıfların şehrin sakinleri olduğunda mümkün olur. Demokrasi de bu sınıfların tercihi olarak bir siyasal sitem olarak tüm kurum ve kurallarıyla hayat bulur…

Hasan KAYA
1 Eylül 2014 Pazartesi
[/column]
[/columns]