Türkiye neden barıştan uzak, savaşa yakın?

Türkiye’nin Suriye, Ortadoğu, Balkanlar ve Afrika’da olmaya çalışmasını salt milliyetçilik, Yeni Osmanlılık diyerek geçiştirmek, her şeyi götürüp Erdoğan’ın hırslarına, seçim hesaplarına bağlamak doğru olmaz. Bütün bunlarda içinde, Türkiye dış politikası, egemen sınıfların ihtiyaçları ile şekilleniyor. İçeride olduğu gibi dışarıda da politikanın dinamikleri bu sınıfın ihtiyaçlarına göre belirleniyor.

Küreselleşme ile etnik ve dinsel kimliklerin öne çıkması, Erdoğan’ın popülist söylemi, baskın karakteri iç ve dış politikada atılan adımların sınıfsal muhtevasını örten bir şal görevi görüyor, sınıfsal çelişkilerin su yüzüne çımasının, şekillenmesinin önüne geçtiği gibi görülmesini de zorlaştırıyor.

Egemen sınıflar, içeride insanı ve doğayı hiçe sayan ağır sömürü koşullarında ulaştıkları sermaye büyüklüğünün sınırına geldi. Bunu anlamak için sermaye guruplarının bilançolarını izlemeye almaya gerek yok. Bunu görmenin/anlamanın bir diğer yolu, politik yönelimler ve atılan adımlardır. Her şey bir yana, Ankara’nın ağırladığı devlet adamlarına, ziyaret ettiği coğrafyalara bakmak bile tek başına birçok şeyi bize anlatıyor. Giderek renklenen dış politika durduk yere olmuyor. Türkiye eğitim sisteminin sorunları, öğrencilerin yaşadığı yurt sorunları, maddi zorluklar öğrencilerin ödeyemediği burslarına gelen icralar yaşanırken, Erdoğan, Afrika, Ortadoğu ve Balkanlardan on binin üzerinden öğrenciye karşılıksız burs verildiği, Türkiye üniversitelerinden mezun olduğunu söyleyebiliyor. Gülen’in yurt dışında açtığı okullara iş dünyasının destek vermesi, benzer projelerin şimdilerde hükümete yakın ve/veya hükümetin doğrudan kurduğu vakıflar tarafından yapılıyor olması, Gülen’den boşalan alanı doldurma zorunluluğu, Erdoğan’ın siyasette geleceğini garanti altına alma hesapları yapmasının ötesine uzanan bir anlamı var.

Kısa adı TİKA olan, Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı’nın milyar dolarlık bir bütçeye sahip olduğu ve Asya, Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika’da karşılıksız alt yapı yatırımları yapması, büyük olasılıkla nüfus alanları yaratma adına politikacılara rüşvet verilmesi de aynı yayılmacı emperyalist amaca hizmet ediyor.

Zaten hiçbir şey sır değil. Erdoğan, Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenen 3. Afrika Ülkeleri Dini Liderler Zirvesi’nde (19.10.2019) yaptığı konuşmada Afrika’ya ayrı bir önem verildiğini açıkça ifade ediyor. Erdoğan, başbakanlığı ve cumhurbaşkanlığında 27 Afrika ülkesini ziyaret etti, 12 olan Büyükelçiliklerin sayısını 42’ye çıkardı. Bu arada haritalarda adını bulmanın dahi zor olduğu ada ülkelerinde Elçiliklerin açıldığı.  Sıkça çıkılan, Asya, Afrika, Ortadoğu ve Latin Amerika gezilerinde, gazeteciler ordusunun yanı sıra çok sayıda iş adamının da bulunması, bu gezilerin, “gezelim görelim” programı kapsamında yapılmadığını göstermeye yetiyor.

Erdoğan, Avrupa’nın Afrika politikasını misyonerlik ve sömürgeci emperyalist hedefleri olan bir politika olarak mahkûm ederken, kendisini “Afrika dostu, Afrika sevdalısı” olarak gösteriyor. Bu sevdanın altında yatan gerçeği, “Türkiye-Afrika ticaretini 50 milyar dolar seviyesinin de üstüne çıkartacağız” diyerek ne kadar “duygusal” bir gerekçesi olduğunu da ifşa emiş oluyor.

Son 15 yıl içinde Afrika, Ortadoğu ve Balkanlar’da iş yapan Türk şirket sayısında ve iş hacmindeki hızlı artış, Batılı Sermaye gurupları ile girilen rekabet siyasi krizler olarak gündemi meşgul ediyor. İçeride milliyetçiliğin kaldıracı olarak kullanılıyor.

Avrupa ile yaşanan siyasi kriz ve/veya sürtüşme, ağız dalaşı çoğu kez ifade edildiği gibi Türkiye’nin demokrasiden, insan haklarından uzaklaşması, Erdoğan’ın otoriterliği, Avrupa’da seçim öncesi yapmak istediği miting, salon toplantıları yüzünden çıkmıyor. Bu siyasal krizler, Ortadoğu, Afrika ve Balkanlar’da ki pazar kavgasının, kapışmanın doğrudan sonucu olarak yaşanıyor. Türkiye adı geçen bölgelerde giderek daha sık ve daha sert Avrupa ülkelerinin ayağına basıyor. Türkiye’nin batı emperyalizmi, İslam karşıtı/düşmanı diyerek üste çıkmaya çalıştığı, batının ise insan hakları demokrasi diyerek üstünlük kurmaya çalıştığı söylemin bir pazar kavgası olduğunu, giderek şiddetlendiğini görüyor ve yaşıyoruz.

Erdoğan yukarıda andığımız konuşmasında, “Türkiye’nin Suriye’de, Libya’da, Balkanlar’da, Afrika’da ne işi var diyenler çıkıyor” diyerek açıkça tavır alırken, neden ve kimin için orada olunduğunu en iyi bilenlerden…

Erdoğan konuşmasının devamında, Suriye’deki emperyalist emellerini Türkiye’nin kendi güvenliğini sağlamak olarak gösterirken, (Türkiye) “küresel düzeyde adalet ve huzurun sağlanmasında öncülük edecektir” diyerek çıtayı bir hayli yükseğe kaldırarak, bölgesel bir güç olmanın ötesinde, küresel bir güç olmak istediğinin hayalini kurduğunu dünyaya ilan ediyor.

Bütün bunları göz önüne aldığımızda, Türkiye’yi Birinci Paylaşım Savaşı öncesi Almanya’sına benzetmek mümkün. Türkiye dış politikası artık “yurtta barış, dünyada barış” düsturuyla şekillenmiyor. Şekillenmesi de mümkün gözükmüyor. İçe kapalı, ulusal gümrük duvarlarının arkasına saklanan korumacılık talep eden bir sermayeden, küresel bir güç olmaya evrilen sermayenin en son isteyeceği şeydir barış.

Sermayeyi, halkın gündelik yaşamda karşılaştığı ekonomik zorluklar üzerinden değerlendirenler hiç kuşkusuz “bu ekonomik durumla mı” diye sorabilirler. Ülke ekonomisinin içler acısı hali, halkın gündelik hayatı üzerindeki etkileri de dahil olmak üzere, sorunların hemen hemen hepsi sermayenin iç piyasaya sıkışmasından kaynaklanmakta. Sermaye içe kapandığı süreçte demokrasiden uzaklaşır, daha baskıcı bir devlet aygıtına ve politikacılara ihtiyaç duyar. Sebebi olduğu ekonomik süreçlerin sorumluğunu yüklenmek, kârlarından feragat etmek yerine; bütün yükü işçilerin, emekçilerin sırtına yıkar.

Sermayenin bu koşullarda, içeride ve dışarıda barıştan, demokrasi ve insan haklarından yana olması olanaksız. Komşularla “sıfır sorun” gibi romantik dış politikaların yaşama geçirilmesini de asla kabul etmeyecek, fırsatını yakaladıkça savaştan yana olacak, tetiği politikacılara çektirecektir. Sermayenin içeride ve dışarıda sorunların çeşitlenmesinden, çözümsüzlüğün derinleşmesinden ve savaştan yana olması son derece doğaldır. Yayılmanın, yeni pazarlara açılmanın zor olduğu koşullarda içeride çatışmalı alanların yaratılması, var olanların derinleştirilmesi çıkarınadır.

Kürt Sorunun varlığı hem kârını büyütmesini hem amansız sömürünün üzerini örtmek için kullandığı bir şal işlevi gördüğü sürece çözümden uzak duracaktır.

Hasan KAYA
22 Ekim 2019 Salı