Umuda gülümsemeler…

Denize karşı oturmuş kahvemi yudumluyorum. Gelen geçende gözüm. Koşan bir çocuk dinlemiyor annesinin “dur” demelerini… Kalabalığa karışıyor, yolunu kesiyor gelip gidenin. Koşup yakalamaktan başka çaresi yok artık annenin.

Yakalayıp kucağına alırken anne; özgürlüğe kaçışın son adımlarının tanığı ediyor beni. Bırakıyorum onları izlemeyi.

Sarmaş dolaş gelen gençleri izliyorum. Yaklaşınca anlıyorum ki sarılan daha çok oğlan. Kızın suratı asık, mutluluktan uzak… Oğlan sevgi ile, telaş ile sarılmış kendine çekiyor durmadan ve durmadan bir şeyler anlatıyor. Belli ki kız ikna olmaktan uzak. İşe yaramıyor dedikleri; alt dudak sarkmış, naz sürüyor…

İnsan sevdiğine bir soluk kadar yakınken, mutluluğa kapanmış bir yürek taşıyabilir mi sorusuyla baş başa kalıyorum… Hayatın bilinmezi hangi sorunun cevabı… Hangi soruda aşikâr ediyor sırını hayat…

Ah yine Kerem’in çaresizliğindeyim. Her çözdüğüm ilikte biraz daha yakınım yanmaya şimdi.
Kurtaranım oluyor. “Küfürün adını günah koyandan başlayacağım” diyen kalın gözlük çerçevesi ardında kocaman açılmış gözleri, pos bıyıkları titreyen adam. Dönüp bakıyorum. Herkesin gözü onda… Arkası gelmiyor. Sessizlik oluyor.

Yürümeye başlamadan elindeki telefonu hırsla koyuyor ceketin cebine. Kendi kendine söylenerek hızlı adımlarla yürüyor, hemen gözden kayboluyor.

Tepside çay; masalar arasında gezen garson “Çay isteyen!” demekle yetinmiyor yanından geçtiği masalardakilere soruyor. Ben kahvemden bir yudum alıyorum “Yok sağ ol” dedikten sonra. Ağzımda kahvenin, yüreğimde anıların buruk tadı…

Hızla aklımdan geçiyor; “Kime yazacağım; kırk yıllık hatırını yalnız içilen kahvelerin…” Fazla durmuyorum üzerinde. Geçiyorum ayrıtının sığ yalnızlığından. Biliyorum artık durulacak yer değil burası… Atıyorum kendimi denize. Üstüm başım mavi, üstüm başım yakamoz…

Hangi deniz bu, bir öğlen güneşi altında geçtiğim; elimde tuz kokusu ve isyankâr martı çığlıkları… Az ötemden bir balıkçı motoru geçiyor, ondan az daha geride iki tane daha; açık denizlerden çekilmiş toplanmış ağlarda umut dönüyorlar sessiz limana…

Kime yetecek bu kadar umut…

Yan masada ülke meseleleri, cumhuriyet tehlikede… Ah yine o çatık kaşlı ciddiyet…
Bildik sözler, bildik söz dizimleri…

Sahte sarışın, kırmızı rujlu kadın; sahte bir ciddiyet ve öfkeye kaptırmış kendini durmadan aynı şeyleri tekrarlıyor. Onu yatıştırma telaşında diğerleri.

“Takunyalı geldiler, İtalyan ayakkabısı ile giderler. Sen merak etme” diyor o ana kadar hiç konuşmamış olan kel kafalı adam. Ardından kendi dediğine inanmayan adamların yılgın yüz ifadesini bırakıyor masaya. Çayından bir yudum alıp yaslanıyor sandalyenin arkalığına.
Her şeye rağmen birden umutlanıyorlar.

Ama korkuların gölgesinde hiçbir şey uzun sürmüyor. Yenilmişlik duygusunun beslediği kaybetme korkusu bir karabasan olup çöküyor… Bitti dedikleri yerden sil baştan başlıyor her şey. Anlamsız, yavan korkular, karamsarlık, umutsuz bekleyiş masada hep başköşede…

İnsan umutlarından uzak düştükçe, korkuları büyütüyor. Gülmeyi unutuyor, yeniliyor.

Her kaybedilen kavga, her savaşım umutsuz yılgın bekleyişle geliyor. Her yenilginin ilk habercisi umudun yitirildiği an oluyor.

Oysa en yenilmez şeydir umuda gülümsemeler. En olmadık zamanda, en olmadık yerde ne yapar eder, yıkar; yılgın bekleyişleri. Vurur alaşağı eder korkunun karanlık çatık kaşlı saltanatını.

Hasan KAYA
16 Ocak 2011 Pazar