Yabancılaşmış Emek – Karl Marx

Ekonomi politiğin öncüllerinden yola çıktık. Onun dilini ve onun yasalarını benimsedik. Özel mülkiyeti, bir yandan emek, sermaye ve toprağın, öte yandan, ücret, kapitalist kâr ve toprak rantının ayrılmasını varsaydık; tıpkı işbölümü, rekabet, değişim-değeri kavramı vb. gibi. Ekonomi politiğin kendisinden yola çıkarak, onun kendi terimlerini kullanarak, işçinin meta, hem de en sefil meta düzeyine düşürülmüş bulunduğunu, işçinin sefaletinin, onun üretiminin erki ve büyüklüğü ile ters orantılı olduğunu, rekabetin zorunlu sonucunun, sermayenin az sayıda elde birikmesi, öyleyse tekelin daha da korkunç bir yeniden kurulması  olduğunu; son olarak kapitalist ile toprak sahibi arasındaki ayrımın, köylü ile yapımevi işçisi arasındaki ayrım gibi, yok olduğunu ve tüm toplumun iki sınıfa, mülk sahipleri sınıfı ile mülk sahibi olmayan işçiler sınıfına bölünmesi gerektiğini gösterdik.

Ekonomi politik, özel mülkiyet olgusundan yola çıkar. Onu bize açıklamaz. Sonradan kendisi için yasa değeri taşıyan genel ve soyut formüller biçiminde, özel mülkiyetin gerçeklikte izlediği maddi süreci dile getirir. Bu yasaları anlamaz,[96] yani özel mülkiyetin özünden nasıl çıktıklarını göstermez. Ekonomi politik, emek ile sermayenin, sermaye ile toprağın ayrılma nedeni üzerine bize hiç bir açıklama vermez. Örneğin ücretin sermaye kârına oranını belirlerken, onun için son neden olan şey, kapitalistlerin çıkarıdır; yani açındırmanın sonucu olacak olan şeyi, verilmiş varsayar. Aynı biçimde, rekabet her yerde başgösterir. Rekabet dışsal koşullar aracıyla açıklanmıştır. Görünüşte olumsal bir nitelik taşıyan bu dışsal koşulların, ne ölçüde zorunlu bir gelişmenin dışavurumundan başka bir şey olmadıklarını ekonomi politik bize öğretmez. Değişimin bile, ona nasıl bir raslantı sonucu olarak göründüğünü gördük. Onun devinime geçirdiği güdüler, sadece zenginlik susuzluğu ile açgözlülükler arasındaki savaş, [yani] yarışımdır.

İktisat hareketinin zincirlenişini anlamadığı içindir ki, örneğin rekabet öğretisi tekel öğretisinin, sınai özgürlük öğretisi lonca öğretisinin, toprak mülkiyetinin bölünmesi öğretisi büyük toprak mülkiyeti öğretisinin karşısına yeni baştan çıkabilmiştir; çünkü rekabet, sınaî özgürlük, toprak mülkiyetinin bölünmesi, tekelin, loncanın ve feodal mülkiyetin zorunlu, kaçınılmaz ve doğal sonuçları olarak değil, ama sadece olumsal, yönelimsel, zorla çıkarılmış sonuçlar olarak açındırılmış ve anlaşılmışlardır.

Demek ki, şimdi özel mülkiyeti, zenginlik susuzluğunu, (sayfa 152) emek, sermaye ve mülkiyetin ayrılmasını bağlayan özsel zincirlenmeyi, değişim ve rekabet, insanın değeri ve değerden düşmesi, tekel ve rekabet, vb. özsel zincirlenmesini, kısacası bütün bu yabancılaşma ile para sistemi arasındaki bağlılığı anlamak zorundayız.

Bir şey açıklamak istediği zaman, kendini kendi uydurduğu bir kökensel durum içine koyan iktisatçi gibi yapmayalım. Bu türlü kökensel durum hiç bir şeyi açıklamaz. Sorunu uzak ve bulanık bir düş içine itelemekten başka bir sonuç vermez. Olgu, olay biçimi içinden çıkarmak istediği şeyi, yani iki şey arasındaki, örneğin işbölümü ile değişim arasındaki ilişkiyi, olay biçimi içinde verilmiş varsayar. Böylece tanrıbilimci, kötülüğün kökenini ilk günah ile açıklar, yani açıklaması gereken şeyi, tarihsel biçim altında, bir neden olarak görür.

Biz güncel bir iktisadi olgudan yola çıkıyoruz.

İşçi ne kadar çok zenginlik üretir, üretimi erk ve hacim bakımından ne kadar artarsa, o kadar yoksul duruma gelir. Ne kadar çok meta üretirse, o kadar ucuz bir meta olur. İnsanların dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar. Emek sadece emtia üretmekle kalmaz; genel olarak emtia ürettiği ölçüde, kendi kendini ve işçiyi de meta olarak üretir.

Bu olgu sadece şunu dile getirir: emeğin ürettiği nesne, onun ürünü, yabancı bir varlık olarak, üreticiden bağımsız  bir erk olarak, ona karşı koyar. Emek ürünü, bir nesne içinde saptanmış, bir nesne içinde somutlaşmış emektir, emeğin nesneleşmesidir. Emeğin edimselleştirilmesi, onun nesnelleştirilmesidir. İktisat aşamasında, emeğin bu edimselleşmesi, işçi için kendi gerçekliğinin yitirilmesi olarak, nesnelleşme nesnenin yitirilmesi ya da nesneye kölelik olarak, temellük yabancılaşma, yoksunlaşma olarak görünür.

Emeğin gerçekleşmesi kendini gerçekliğin öylesine bir yitirilmesi olarak gösterir ki, işçi kendi gerçekliğini açlıktan ölecek derecede yitirir. Nesnelleşme kendini nesnenin öylesine bir yitirilmesi olarak gösterir ki, işçi sadece yaşamak için en gerekli nesnelerden değil, ama çalışma nesnelerinden de yoksun bırakılmıştır. Evet, çalışmanın kendisi ancak en büyük çabalar gösterilerek ve en düzensiz kesintilerle elde edilebilen bir nesne durumuna gelir. Nesnenin temellükü kendini öylesine bir yabancılaşma olarak gösterir ki, işçi ne kadar çok nesne üretirse, o kadar az temellük edebilir ve kendi ürünü olan sermayenin egemenliği altına o kadar çok girer.

Bütün bu sonuçlar, şu belirlenimin içinde bulunurlar: işçi, kendi emek ürünü karşısında, yabancı bir nesne karşısındaki ile aynı ilişki içindedir. Çünkü bu durum, varsayım gereği açıktır: işçi kendi emeği içinde kendini ne kadar dışlaştırırsa, kendi karşısında yarattığı yabancı, nesnel dünya o kadar erkli bir duruma gelir; kendi kendini ne kadar yoksullaştırır ve iç dünyası ne kadar yoksul bir duruma gelirse, kendine özgü o kadar az şeye sahip olur. Bu, dinde de böyledir. İnsan Tanrıya ne kadar çok şey verirse, kendinde o kadar az şey kalır. İşçi, yaşamını nesneye koyar. Ama o zaman yaşamı kendisinin değil, nesnenindir. Demek ki bu etkinlik ne kadar büyükse, işçi o kadar nesnesizdir. O, emeğinin ürünü olan şey değildir. Öyleyse bu ürün ne kadar büyükse, işçi o kadar az kendisidir. İşçinin  kendi ürünü içinde yabancılaşması, sadece emeğinin bir nesne, dışsal bir varoluş durumuna geldiği anlamına değil, ama emeğinin kendi dışında, ondan bağımsız, ona yabancı, ve onun karşısında özerk bir erk durumuna gelen bir varlık olarak varolduğu, ve nesneye çevirdiği yaşamın, hasım ve yabancı bir yaşam olarak, ona karşı çıktığı anlamına da gelir.

Şimdi nesnelleşmeyi, işçinin üretimini, ve bu üretimde de, nesnenin, kendi ürününün yabancılaşmasını, yitimini daha yakından inceleyelim.

İşçi, doğa olmadıkça, duyulur dış dünya olmadıkça, hiç bir şey üretemez. Doğa, işçi emeğinin içinde gerçekleştiği, işçinin içinde etkin olduğu, ona dayanarak ve onun aracıyla ürettiği maddedir (matière).

Ama, nasıl ki doğa, emeğe, emeğin üzerlerinde çalıştığı nesneler olmaksızın yaşayamayacağı anlamında, geçim araçları sunarsa, tıpkı öyle, öte yandan da dar anlamda geçim araçları, yani işçinin kendisinin fizik geçim araçlarını da sağlar.

Öyleyse, işçi, emeği ile dış dünyayı, duyulur doğayı ne kadar çok temellük ederse, kendini geçim araçlarından şu iki açıdan o kadar çok yoksunlaştırır: ilkin, duyulur dış dünya, onun emeğine ilişkin bir nesne, onun emeğine bir geçim aracı olmaktan; ikincisi, dolayımsız anlamda bir geçim aracı, işçinin bir fizik geçim aracı olmaktan gitgide daha çok çıkar.

Bu ikili açıdan, demek ki, işçi, kendi nesnesinin, birincisi bir emek nesnesini, yani işi, ikincisi de geçim araçlarını ondan aldığı bir kölesi durumuna gelir. Demek ki, birincisi işçi olarak, ikincisi de fizik özne olarak varolma olanağını kendi emek nesnesine borçlu olduğu anlamında. Bu köleliğin doruğu şudur ki, fizik özne olarak varlığını sürdürebilmesini artık sadece işçi niteliği sağlar, ve artık ancak fizik özne olarak işçidir.

(İşçinin kendi nesnesi içinde yabancılaşması, iktisat yasalarına göre, kendini şu biçimde dile getirir: işçi ne kadar çok üretirse, o kadar az tüketecek nesnesi vardır; ne kadar çok değer yaratırsa, o kadar çok değerden düşer ve saygınlığının azaldığını görür; ürünü ne kadar biçimliyse, işçi o kadar biçimsizdir; nesnesi ne kadar uygarsa, işçi o kadar barbardır; iş ne kadar erkliyse, işçi o kadar erksizdir; iş ne kadar us işi olmuşsa, işçi ustan o kadar yoksunlaşmış ve doğanın o kadar kölesi durumuna gelmiştir.)

Ekonomi politik, işçi (emek) ile üretim arasındaki dolaysız ilişkiyi gözönünde tutmaması sonucu, emeğin özündeki[100] yabancılaşmayı gizler. Gerçi emek zenginler için tansıklar (harikalar), ama işçi için yoksunluk (dénuement) üretir. Saraylar, ama işçi için inler üretir. Güzellik, ama işçi için solup sararma üretir. Emeğin yerine makineleri geçirir, ama işçilerin bir bölümünü barbar bir çalışma içine atar ve öbür bölümünü de makine durumuna getirir. Us, ama işçi için budalalık, aptallık üretir.

Emeğin kendi ürünleri ile dolayımsız ilişkisi, işçinin kendi üretim nesneleri ile ilişkisidir. Servet sahibi insanın üretim nesneleri ve üretimin kendisi ile ilişkisi, bu ilk ilişkinin bir sonucundan başka bir şey değildir. Ve onu doğrular. Bu öbür görünümü daha sonra inceleyeceğiz.

Demek ki, emeğin özsel ilişkisi nedir sorusunu soruyorsak, işçinin üretim ile ilişkisi sorusunu soruyoruz demektir.

İşçinin yabancılaşmasını, yoksunlaşmasını şimdiye kadar sadece tek bir görünüm, onun kendi emek ürünü ile ilişkisi görünümü altında gözönünde tuttuk. Nedir ki yabancılaşma  sadece sonuç içinde değil, ama üretim eylemi içinde, üretici etkinliğin kendi içinde de görünür. İşçi, eğer üretim eyleminin ta içinde kendi kendine yabancılaşmasaydı, kendi etkinlik ürünü ile yabancı olarak nasıl karşılaşabilirdi? Ürün, gerçekte, etkinliğin, üretimin özetinden başka bir şey değildir. Öyleyse, eğer emek ürünü yabancılaşma ise, üretimin kendisinin de, eylem durumundaki yabancılaşma, etkinliğin yabancılaşması, yabancılaşmanın etkinliği olması gerekir. Emek nesnesinin yabancılaşması, emeğin etkinliğinin kendi içinde, yabancılaşmanın, yoksunlaşmanın özetinden başka bir şey değildir.

Peki, emeğin yabancılaşması neye dayanır?

İlkin, emeğin işçinin dışında olması, yani onun özüne ilişkin olmaması, demek ki, emeğinde, işçinin kendini olurlamayıp yadsıması, mutlu değil mutsuz duyması, özgür bir fizik ve entelektüel etkinlik göstermeyip bedenine ve tenine eziyet etmesi olgusuna. Sonuç olarak, işçi ancak çalışmanın dışında kendi kendisinin yanında[101] olma duygusuna sahiptir, ve çalışmada, kendini kendi dışında duyar. Çalışmadığı zaman kendi evinde gibidir, ve çalıştığı zaman da kendini kendi evinde duymaz. Öyleyse çalışması istemli değil, ama istemsizdir, zorlama çalışmadır. Öyleyse bir gereksinmenin karşılanması değil, ama sadece çalışma dışındaki gereksinmelerin bir karşılama aracıdır. Emeğin yabancı niteliği, fizik ya da başka bir zorlama ortadan kalkar kalkmaz, çalışmadan veba gibi kaçılması olgusunda açıkça görünür. Dışsal emek, insanın içinde kendine yabancılaştığı emek, bir kendini kurban etme, bir onur kırılması çalışmasıdır. Son olarak, emeğin işçiye dışsal niteliği, onun işçinin kendi öz malı değil, ama bir başkasının malı olması, işçiye ilişkin olmaması, işçinin emekte (çalışmada) kendine değil, ama bir başkasına ilişkin olması olgusunda da görünür. Dinde, insan imgeleminin, insan kafasının ve  insan yüreğinin öz etkinliği, nasıl birey üzerinde ondan bağımsız olarak, yani tanrısal ya da şeytansal yabancı bir etkinlik olarak etkili olursa, işçinin etkinliği de, tıpkı öyle, kendi öz etkinliği değildir. Bir başkasına ilişkindir, kendi kendinin yitirilmesidir bu etkinlik.

Bundan şu sonuca varılır ki, insan (işçi) artık kendini ancak yemek, içmek ve çoğalmak gibi hayvanal işlevlerinde, bir de olsa olsa konutta, süste, vb. özgürce etkin duyabilir, insan işlevlerinde ise ancak hayvanlığını duyar. Hayvanal insanal, ve insanal da hayvanal durumuna gelir.

Gerçi yemek, içmek ve çoğalmak da gerçek insanal işlevlerdir. Ama, insanal etkinlikler alanının üst yanında soyut olarak ayrılmış ve böylece son ve tek erek durumuna gelmiş biçimde, hayvanal işlevlerdirler.

Pratik insanal etkinliğin yabancılaşma belgesini, emeği, iki görünüm altında gözönünde tuttuk: Birincisi, işçinin, yabancı ve kendi üzerinde egemen nesne olarak emek ürünü ile ilişkisi. Bu ilişki aynı zamanda duyulur dış dünyaya, onun karşısına yabancı ve düşman bir biçimde çıkan dünya olan doğa nesneleri ile de ilişkidir. İkincisi, emeğin, çalışma içindeki üretim eylemi ile ilişkisi. Bu ilişki, işçinin, kendine ilişkin olmayan yabancı etkinlik olarak kendi öz etkinliği ile ilişkisidir, edilginlik olan etkinlik, erksizlik olan kuvvet, iğdişlik olan dölverme, işçinin kendine özgü fizik ve entelektüel enerjisi, onun, ona ilişkin olmayan, ondan bağımsız, onun kendisine karşı yöneltilmiş etkinlik olan —çünkü yaşam etkinlikten başka nedir— kişisel yaşamıdır bu. Daha yukarda [gördüğümüz -ç.] şeyin yabancılaşması gibi, yabancılaşması.

Ama, yabancılaşmış emeğin bundan önceki iki belirleniminden, bir üçüncü belirlenim daha çıkarmak zorundayız.

İnsan, türsel bir varlıktır.[102] Sadece pratik ve kuramsal  düzeyde, kendi öz türünü olduğu kadar başka şeylerin türünü de kendi nesnesi (konusu) durumuna getirdiği için değil, ama —ve bu aynı şeyi bir başka anlatma biçiminden başka bir şey değil— kendi kendine karşı, yaşayan güncel türe karşı olduğu gibi davrandığı, kendi kendine karşı, evrensel, öyleyse özgür bir varlığa karşı olduğu gibi davrandığı için de.

Türsel hayat, insanda olduğu kadar hayvanda da, ilkin, fizik bakımdan, insanın (hayvan olarak) örgensel-olmayan doğada yaşaması, ve insan, hayvana oranla ne kadar evrenselleşirse, yasadığı örgensel-olmayan doğa alanının da o kadar evrenselleştiği olgusuna dayanır. Bitkiler, hayvanlar, taşlar, hava, ışık vb., kuramsal bakımdan, ister doğa bilimleri nesneleri, ister sanat nesneleri olarak, nasıl insan bilincinin bir bölümünü oluştururlarsa —bunlar onun örgensel-olmayan entelektüel doğasını oluştururlar, insanın yararlanıp sindirmek için önce hazırlaması gereken entelektüel geçim araçlarıdır bunlar—, pratik bakımdan da tıpkı böyle, insan yaşamı ve insan etkinliğinin bir bölümünü oluştururlar. Bunlar ister besin, ister ısı, ister giysi, ister konut vb. biçimi altında görünsünler, fizik bakımdan, insan, ancak bu doğal ürünler aracıyla yaşar. İnsanın evrenselliği, pratikte, ilkin doğanın dolayımsız bir geçim aracı olması ölçüsünde olduğu kadar, [ikinci olarak] insanın dirimsel etkinliğinin maddesi, nesnesi ve aleti olması ölçüsünde de, tüm doğayı kendi örgensel-olmayan bedeni durumuna getiren evrenselliğin ta kendisinde görünür. Doğa, yani kendisi insan bedeni olmayan doğa, insanın örgensel-olmayan bedenidir. İnsan, doğa aracıyla yaşar, şu anlama gelir: doğa,  insanın, ölmemek için kendisi ile sürekli bir süreç sürdürmesi gereken bedenidir. İnsanın fizik ve entelektüel yaşamının doğaya sıkı sıkıya bağlı olduğunu söylemek, doğanın kendi kendine sıkı sıkıya bağlı olduğunu söylemekten başka hiç bir anlama gelmez, çünkü insan doğanın bir parçasıdır.

Yabancılaşmış emek, l° doğayı; 2° kendi kendini, kendi öz etkin işlevini, kendi dirimsel etkinliğini insana yabancılaştırırken, türü de yabancılaştırır ona: türsel yaşamı, onun için bireysel yaşam aracı durumuna getirir. İlkin, türsel yaşam ile bireysel yaşamı yabancılaştırır, ve ikinci olarak da soyutlamaya indirgenmiş bulunan bireysel yaşamı, gene soyut ve yabancılaşmış biçimi altında alınmış bulunan türsel yaşamın ereği durumuna getirir.

Çünkü, ilkin, emek, dirimsel etkinlik, üretken yaşam, bunlar insana ancak bir gereksinmenin, fizik varlığı koruma gereksinmesinin bir karşılama aracı olarak görünürler. Ama üretken yaşam, türsel yaşamdır. Yaşamı doğuran yaşam. Dirimsel etkinlik biçimi, bir türün[103] tüm özlüğünü, türsel özlüğünü kapsar, ve özgür, bilinçli etkinlik, insanın türsel özlüğüdür. Yaşamın kendisi bile ancak geçim aracı olarak görünür.

Hayvan kendi dirimsel etkinliği ile doğrudan doğruya özdeşleşir. Kendini ondan ayırmaz. O, bu etkinliktir. İnsan kendi dirimsel etkinliğinin kendisini, kendi irade ve bilincinin nesnesi (konusu) durumuna getirir. Onun bilinçli bir dirimsel etkinliği vardır. Kendisine doğrudan doğruya kaynaştığı bir belirlenim değildir bu. Bilinçli dirimsel etkinlik, insanı, hayvanın dirimsel etkinliğinden doğrudan doğruya ayırır. İşte o tastamam bundan, ve sadece bundan ötürü türsel bir varlıktır.[104] Ya da o sadece ancak türsel bir varlık olduğu (sayfa 160) için bilinçli bir varlıktır; başka bir deyişle kendi öz yaşamı onun için bir nesnedir. Etkinliği, sadece bundan ötürü özgür etkinliktir. Yabancılaşmış emek, ilişkiyi tersine çevirir; öyle ki, insan, bilinçli bir varlık olması sonucu, kendi dirimsel etkinliğini, kendi özünü, ancak varoluşunun bir aracının ta kendisi durumuna getirir.

Nesnel bir dünyanın pratik üretimi ile, örgensel-olmayan doğanın işlenmesi ile, insan bilinçli türsel varlık olarak, yani tür karşısında kendi has özü karşısındaymış, ya da kendisi karşısında, türsel varlıkmış gibi davranan varlık olarak, yararlığını gösterir. Gerçi hayvan da üretir. Arı, kunduz, karınca vb. gibi, kendine bir yuva, barınaklar kurar. Ama o sadece kendisi ya da yavrusu için dolayımsız gereksinme duyduğu şeyleri üretir;.tek yanlı bir biçimde üretir, oysa insan evrensel bir biçimde üretir; hayvan araçsız fizik gereksinme egemenliği altında üretir, oysa insan hatta fizik gereksinmeden bağımsız olarak bile üretir ve ancak ondan bağımsız olduğu zaman gerçekten üretir; hayvan sadece kendi kendini üretir, oysa insan tüm doğayı yeniden üretir; hayvanın ürünü doğrudan doğruya kendi fizik bedeninin bir parçasıdır, oysa insan kendi ürünü ile özgürce karşı karşıya gelir. Hayvan sadece kendi türünün ölçü ve gereksinmelerine göre yapar, oysa insan her türün ölçüsüne göre üretir ve nesneye her yerde kendi iç doğasını uygulamasını bilir; demek ki  insan güzellik yasalarına göre de üretir.

İnsan türsel varlık olduğunun kanıtlarını, demek ki tam da nesnel dünyayı işleyip geliştirme olgusunda gerçekten vermeye başlar. Bu üretim onun etkin türsel yaşamıdır. Bu üretim aracıyla, doğa, onun yapıtı ve onun gerçekliği olarak görünür. Çalışmanın (emeğin) amacı demek ki insanın türsel yaşamının nesneleşmesidir: çünkü insan, bilinçte olduğu gibi, kendini sadece entelektüel bir biçimde değil, ama etkin bir biçimde, gerçek bir biçimde ikiler, ve böylece kendini yaratmış bulunduğu bir dünyada seyreder. Demek ki, yabancılaşmış emek insandan kendi üretim nesnesini çekip alırken, ondan türsel yaşamını, onun gerçek türsel nesnelliğini de koparıp alır, ve insanın hayvan karşısında sahip bulunduğu üstünlüğü, örgensel-olmayan bedeninin, doğanın, elinden alınması elverişsizliğine dönüştürür.

Aynı biçimde, insana özgü etkinliği, özgür etkinliği, araç durumuna düşürürken, yabancılaşmış emek, insanın türsel yaşamını, onun fizik varlık aracı durumuna getirir.

İnsanın kendi türü üzerine sahip olduğu bilinç, demek ki yabancılaşma sonucu, türsel yaşam onun için bir araç durumuna gelecek biçimde dönüşür.

Öyleyse yabancılaşmış emek şu sonuçlara yolaçar:

3İnsanın türsel varlığı, doğa kadar onun türsel entelektüel yetileri de, ona yabancı bir varlık durumuna, onun bireysel varoluş aracı durumuna dönüşürler. O, onun dışındaki doğayı olduğu gibi, onun tinsel özünü, insanal özünü olduğu gibi, kendi öz bedenini de insana yabancılaştırır.

İnsanın kendi emek ürününe, kendi dirimsel etkinliğine, kendi türsel varlığına yabancılaşmasının dolaysız bir sonucu da şudur: insan insana yabancılaşmıştır. İnsan kendi kendisinin karşısında iken, onun karşısında olan ötekidir.[105] İnsanın kendi emeğine, kendi emek ürününe ve kendi  kendine ilişkisi için doğru olan şey, insanın öbür insana, ve onun emek ve emek nesnesine ilişkisi için de doğrudur.

Genel bir biçimde, türsel varlığının insana yabancılaştığı önermesi, bir insanın öbürüne olduğu gibi, onlardan her birinin de insanal öze yabancılaştığı anlarmına gelir.

İnsanın yabancılaşması, ve genel olarak insanın kendi kendisi ile içinde bulunduğu her ilişki, ancak insanın öteki insanlarla bulunduğu ilişki içinde edimselleşir, dışavurulur.

Demek ki, yabancılaşmış emek ilişkisi içinde, her insan ötekini, kendi kendisi ile işçi olarak içinde bulunduğu ilişkinin ölçü ve niteliğine göre değerlendirir.

İktisadi bir olgudan, işçinin ve üretiminin yabancılaşması olgusundan yola çıktık. Bu olgunun kavramını dile getirdik: yabancı kılınmış, yabancılaşmış emek. Bu kavramı, demek ki sadece iktisadi bir olguyu çözümledik.

Şimdi yabancı kılınmış, yabancılaşmış emek kavramının, gerçeklikte kendini nasıl dışavurup nasıl orunlayacağını görelim.

Eğer emek ürünü bana yabancı ise, karşıma yabancı erk olarak çıkıyorsa, o zaman bu ürün kime ilişkindir?

Eğer benim öz etkinliğim bana ilişkin değilse, eğer yabancı bir etkinlik, bir komuta aracı ise, o zaman bu etkinlik kime ilişkindir?

Benden başka bir varlığa.

Kimdir bu varlık?

Tanrılar mı? Gerçi, eski çağlarda, örneğin Mısır, Hindistan, Meksika’da tapınaklar yapımı vb. gibi en önemli üretim, tanrı hizmeti olduğu kadar, tanrılara ilişkin ürün olarak da görünür. Ama sadece tanrılar hiç bir zaman emeğin egemenleri olmamışlardır. Doğa da öyle. Ve insan, emeği aracıyla doğayı egemenliği altına aldığı, tanrıların tansıkları, sanayiin tansıkları aracıyla gereksiz kılındıkları ölçüde, insanın bu erkler aşkına üretme sevinci ve ürün zevkinden  vazgeçme zorunda kalması da büyük bir çelişki olurdu.

Emeğin ve emek ürünün kendisine ilişkin olduğu, emeğin kendi hizmetinde bulunduğu ve emek ürününün kendi kullanımına yaradığı yabancı varlık, insanın kendisinden başkası olamaz.

Eğer emek ürünü işçiye ilişkin değilse, eğer bu ürün işçi karşısında yabancı bir erk ise, bu, ancak o ürün işçi dışında bir başka insana ilişkin olduğu için olanaklıdır. Eğer işçinin etkinliği onun için bir işkence ise, bir başkasının zevki ve bir başkası için yaşama sevinci olmalıdır. İnsan üzerindeki bu yabancı erk, ne tanrılar olabilir, ne de doğa; ancak insanın kendisidir bu.

Yukardaki önermeyi bir kez daha düşünelim: insanın kendi kendisiyle ilişkisi, onun için ancak başkası ile ilişkisi aracıyla nesnel, gerçek bir ilişki olabilir. Öyleyse o kendi emek ürününe karşı, kendi nesnelleşmiş emeğine karşı, yabancı, düşman, güçlü, ondan bağımsız bir nesne olarak davrandığı zaman, bu nesne ile, kendisine yabancı, düşman, güçlü, kendisinden bağımsız bir başka insan ona sahipmiş gibi bir ilişki içindedir. O kendi öz etkinliği karşısında, özgür-olmayan bir etkinlik karşısındaymış gibi davrandığı zaman, ona karşı, bir başka insanın hizmetinde, bir başka insanın egemenliği, zorlaması ve boyunduruğu altında bir etkinlik olarak davranır.

İnsanın kendisi ve doğa karşısındaki kendinin her yabancılaşması, kendisinden ayrı öteki insanlar ile kurduğu, kendini ve doğayı içine koyduğu ilişkide görünür. Bu nedenle kendinin dinsel yabancılaşması, zorunlu olarak, layikin rahip ile, ya da burada entelektüel dünya sözkonusu olduğuna göre, bir aracı, vb. ile ilişkisi içinde görünür. Pratik gerçek dünyada, kendinin yabancılaşması ancak öbür insanlar karşısındaki gerçek pratik ilişki aracıyla görünebilir. Yabancılaşmayı oluşturan aracın kendisi pratik bir araçtır. Yabancılaşmış emek aracıyla, demek ki insan sadece nesne ve üretim (sayfa 164) eylemi ile, yabancı ve kendine düşman erkler olarak ilişkisini oluşturmaz; öteki insanların kendi üretimi ve kendi ürünü karşısında içinde bulundukları ilişkiyi ve kendisinin bu öteki insanlar ile içinde bulunduğu ilişkiyi de oluşturur. Kendi öz üretimini nasıl kendi öz gerçeklik yoksunluğu, kendi cezalandırılması, ve kendi öz ürününü nasıl bir yitik durumuna getiriyorsa, üretmeyen kişinin üretim ve ürün üzerindeki egemenliğini de, tıpkı öyle yaratır. Kendini kendi öz etkinliğine nasıl yabancılaştırıyorsa, yabancıya da kendinin olmayan etkinliği tıpkı öyle verir.

Buraya kadar ilişkiyi sadece işçi bakımından gözönünde tuttuk, daha sonra onu işçi-olmayan bakımından da inceleyeceğiz.

Demek ki, yabancı kılınmış, yabancılaşmış emek aracılığıyla, işçi bu emek ile ona yabancı ve onun dışında bulunan bir insanın ilişkisini oluşturur. İşçinin emek karşısındaki ilişkisi, kapitalistin, kendisine verilen ad ne olursa olsun, emeğin efendisinin ilişkisini oluşturur. Özel mülkiyet, demek ki yabancılaşmış emeğin, işçinin doğa ve kendi kendisi ile dışsal ilişkisinin ürünü, sonucu zorunlu vargısıdır.

Öyleyse özel mülkiyet, çözümleme gereği yabancılaşmış emek, yani yabancılaşmış insan, yabancı kılınmış emek, yabancı kılınmış yaşam, yabancı kılınmış insan kavramından doğar.

Gerçi yabancılaşmış emek (yabancılaşmış yaşam) kavramını ekonomi politikten özel mülkiyetin hareketi sonucu olarak çıkardık. Ama bu kavramın çözümlenmesinden, özel mülkiyet her ne kadar yabancılaşmış emeğin kanıtı, nedeni olarak görünürse de, daha çok bunun bir sonucu olduğu çıkar, tıpkı tanrıların başlangıçta insan anlığındaki sapıncın nedeni değil, ama sonucu olmaları gibi. Daha sonra, bu ilişki, karşılıklı etki durumuna dönüşür.

Özel mülkiyete özgü bu giz, yani onun bir yandan yabancılaşmış emeğin ürünü ve öte yandan emeğin kendisi aracıyla  yabancılaştığı araç olması, bu yabancılaşmanın gerçekleşmesi olması, kendini ancak özel mülkiyetin gelişmesinin doruk noktasında yeniden gösterir.

Bu açındırma henüz çözülmemiş çatışmaları hemen aydınlatır.

  1. Ekonomi politik gerçek üretimin ruhu olarak emekten yola çıkar, ama gene de emeğe hiç bir şey vermez, her şeyi özel mülkiyete verir. Proudhon, bu çelişkiden yola çıkarak, özel mülkiyete karşı emekten yana bir sonuca varmıştır. Ama bu göze çarpan çelişkinin, yabancılaşmış emeğin kendi kendisi ile çelişkisi olduğunu, ve ekonomi polltiğin yabancılaşmış emek yasalarını dile getirmekten başka bir şey yapmamış bulunduğunu görüyoruz.

Sonuç olarak ücret ile özel mülkiyetin özdeş olduklarını da görüyoruz: çünkü ürünün, emek nesnesinin, içinde emeğin kendisini ödüllendirdiği ücret, emeğin yabancılaşmasının zorunlu bir sonucundan başka bir şey değildir, ve ücret içinde emek, artık kendiliğinde erek olarak değil, ama ücret köleliği olarak görünür. Bu konuyu daha sonra açındıracağız ve şimdilik bundan sadece birkaç sonuç çıkartacağız.

Zorla bir ücret yükselmesi (bütün öbür güçlükler bir yana bırakılırsa, bir düzgüsüzlük (anomalie) olduğu için, bu yükselmenin ancak zorla sürdürülebileceği bir yana bırakılırsa), öyleyse kölelere daha iyi bir emek karşılığı ödenmesinden başka bir şey olamaz ve işçi için de emek için de kendi yerlerini ve insanal saygınlıklarını sağlayamaz.

Proudhon’un istediği biçimdeki ücret eşitliği bile, güncel işçinin kendi emeği ile ilişkisini, bütün insanların emek ile ilişkisi durumuna dönüştürmekten başka bir sonuç vermez. Toplum o zaman soyut bir kapitalist olarak tasarlanmış bulunur.

Ücret, yabancılaşmış emeğin dolaysız bir sonucu ve yabancılaşmış emek de özel mülkiyetin dolaysız nedenidir. Bunun sonucu, terimlerden birinin yok olması, öbürünün de yok olması sonucunu verir.

  1. Yabancılaşmış emeğin özel mülkiyet ile bu ilişkisinden, ayrıca, toplumun özel mülkiyetten vb., kölelikten kurtuluşunun, sadece işçilerin kurtuluşu sözkonusu olduğu için değil, ama bu kurtuluş insanın evrensel kurtuluşunu içerdiği için, kendini işçilerin kurtuluşu siyasal biçimi altında dile getirdiği sonucu da çıkar; insanın tüm köleliği işçinin üretim ile ilişkisinde içerildiği ve bütün kölelik ilişkileri bu ilişkinin çeşit ve sonuçlarından başka bir şey olmadığı için, insanlığın evrensel kurtuluşu, işçilerin kurtuluşu içine konmuştur.

Yabancılaşmış, yabancı kılınmış emek kavramından, çözümleme aracıyla, özel mülkiyet kavramını çıkarmış bulunduğumuz gibi, bu iki etken yardımıyla da, iktisadın bütün kategorileri açıklanabilir, ve örneğin alışveriş, rekabet, sermaye, para gibi her kategori içinde, bu ilk temellerin belirli ve gelişmiş bir dışavurumundan başka bir şey görmeyiz.

Gene de, bu biçimleri gözönüne almadan önce, iki sorunu çözmeye çalışalım:

l° Yabancılaşmış emeğin sonucu olarak göründüğü biçimde özel mülkiyetin genel özünü, gerçekten insanal ve toplumsal mülkiyet ile ilişkisi içinde belirlemek.

2° Emeğin yabancılaşmasını, onun kendinin yoksunlaşmasını bir olgu olarak kabul ettik, ve bu olguyu çözümledik. İnsan nasıl olur da, diye soruyoruz şimdi, kendi emeğini yabancılaştırmaya, onu yabancı kılmaya kadar gidebilir? Bu yabancılaşma insanal gelişmenin özünde nasıl temellendirilmiştir? Özel mülkiyetin kökeni sorununu, yabancılaşmış emeğin insanlığın gelişmesinin gidişi ile ilişkisi sorunu durumuna dönüştürerek, bu sorunun çözümünde daha önce büyük bir adım atmış bulunuyoruz. Çünkü özel mülkiyetten sözedildiği zaman, insanın dışındaki bir şeyden sözedildiği düşünülür. Ve emekten sözedildiği zaman da, doğrudan doğruya insanın kendisi sözkonusu edilmiş demektir. Sorunun bu yeni konuş biçimi, onun çözümünü de içerir.[106]

  1. nokta konusunda. Özel mülkiyetin genel özü ve gerrekten insanal mülkiyet ile ilişkisi.

Yabancılaşmış emek bize göre birbirlerini karşılıklı olarak koşullandıran ya da bir tek ve aynı ilişkinin çeşitli dışavurumlarından başka bir şey olmayan iki öğeye ayrılmıştır. Temellük, yabancılaşma, yoksunlaşma olarak, ve yoksunlaşma temellük, yabancılaşma da yurttaşlık haklarına gerçek kavuşma olarak görünür. [107]

Görünürlerden birini, işçinin kendisine oranla yabancılaşmış emeği, yani yabancılaşmış emeğin kendi kendisi ile ilişkisini gözönüne aldık. İşçi-olmayanın işçi ve emek ile mülkiyet ilişkisini, bu ilişkinin ürünü olarak, bu ilişkinin zorunlu sonucu olarak gördük. Yabancılaşmış emeğin özetlenmiş maddi dışavurumu olan özel mülkiyet, her iki ilişkiyi de, işçinin iş ile, kendi emeğinin ürünü ve işçi-olmayan ile ilişkisini de, işçi-olmayanın işçi ve işçinin emek ürünü ile ilişkisini de kapsar.

Oysa, eğer şimdiye kadar, doğayı emekle temellük eden işçiye oranla, temellükün yabancılaşma olarak, has etkinliğin bir başkası için ve bir başkasının etkinliği olarak, dirimsel sürecin, yaşamın kurban edilmesi olarak, nesne üretiminin, nesnenin yabancı bir erk, yabancı bir insan yararına yitirilmesi olarak göründüğünü görmüş bulunuyorsak, şimdi de emeğe ve işçiye yabancı bu insanın, işçi, emek ve nesnesi ile ilişkisini gözönüne alalım.
İşçide yoksunlaşma, yabancılaşma etkinliği olarak (sayfa 168) görünen şeyin, işçi-olmayanda yoksunlaşma, yabancılaşma durumu olarak göründüğüne dikkat etmek gerek.[108]

İkinci olarak, işçinin üretimdeki ve kendi ürününe oranla gerçek pratik davranışının (ruh durumu olarak), karşısına çıkan işçi-olmayanda kuramsal davranış olarak göründüğüne.

Üçüncüsü, işçinin kendi kendisine karşı yaptığı her şeyi, işçi-olmayan işçiye karşı yapar, ama işçiye karşı yaptığı şeyleri kendi kendisine karşı yapmaz.

Bu üç ilişkiyi ayrıntılı olarak gözönüne alalım.

1844 Elyazmaları
Karl Marx