Kabul ediyorum, bu kadar uzun süreceğini hiç beklemiyordum. Orada burada, sokak aralarında bir kaç direniş olur, hadi bilemedin, bir iki gün sürer, sonra hiç bir şey olmamış gibi direnenler çekilir, hendekler kapanır her şey normale döner diyordum
Ölenler, onlarda olacaktı. Ama ölenlerin, yaşamını yitirenlerin de bu kadar çok olacağı beklediğim bir şey değildi. Sayılar biraz abartılarak, beş on ölen direnişçi “terörist,” birkaç asker, polis ve sivil açıklamasıyla her şey geride kalacaktı.

Hayır, hiç bir şey öyle olmadı.
Devlette uç aşağı, beş yukarı böyle bir beklenti içindeydi. Kim ki onlar, devletin kudretli, gücü karşısında ne kadar direnebilirlerdi ki(!)
Hesaplar tutmadı, ön görüler boşa düştü.

Günlerdir, aylardır sokağa çıkma yasaklarına rağmen direniyorlar. Dövülüyorlar, işkence görüyorlar, öldürülüyorlar geri çekilmiyorlar. Polis, polis özel harekât, o yetmedi, jandarma özel harekât ve sonunda tanklar çıktı kışladan. Yani anlayacağınız bu üç beş çocuk işi değil. Öyleyse de; yaman üç beş çocuk olduğunu kabul etmek zorunda kalırız…

Şu da var, o dövüşmeyi, direnmeyi bilen üç beş çocuğun arkasında, direnmeyi bilen, dövüşe hazır bir halk yoksa çocuklar tek başına bir iş yapamaz. Yani kaçınca, kapıyı açan, su veren, ekmek veren birileri olmadan şehirde hiç bir kavga verilmez.
Gezi’den anımsayın(!)

Beşiktaş’ta, Kadıköy’de apartman kapılarını açık tutan halk, içme suyu, gazın gözleri yakan gazabından koruyan, acıyı hafifleten limon vermeseydi, Gezi o kadar ses getiren bir eylem olur muydu? Daha önemlisi; pencerelerden yarı beline kadar sarkarak tencereleri, tavaları bir birine vuran gürültü yapanlar olmasaydı; “kimin için ulan” diyerek evlerine gitmezler miydi o çocuklar…

Çocukları, bir çırpıda terörist ilan edip, halktan ayırmak imkânsızdır.
İnsafsızlıktır, haksızlıktır.

Gezi’nin çocukları içinde söylendi aynı şey. Onları da medya günlerce, devletin ağzıyla konuşup linç etmeye çalıştı. Annelerini yuhalattı birileri. Burada olan ondan farklı değil, Orada bir örgütten söz ediliyor olması her şeyi değiştirmeye yetmemeli. Ya da sizden uzaklarda bir yerde olması onu kıymetsiz yapmamalı.

Yakalayınca dövülen, kurşuna dizilen, cansız bedenleri panzerlerin arkasında sürüklen, gözleri oyulan çocuklarda bu ülkenin çocuklar, sokak ortasında vurulup cansız bedeni alınmaya izin verilmeyen anneler de bu ülkenin insanı. Bizim insanımız. Bu çağda, bu ülkede bu vahşetin yaşanması hepimizin ayıbı olmalı. Asıl sorgulanması gereken bu vahşettir. O çocuklar, o hendekler, arkasındaki örgüt falan değil.

Devletin vahşi yüzünü bu kadar açık görmüşken hala, hendek, barikat diyerek, asıl tehlikeden gözlerinizi başka yöne çevirmek nasıl mümkün olabiliyor. O hendekler kapatılır, barikatlar kaldırılır, kaldırılmalı da, hayat normale dönmeli. Herkes işinde gücünde olmalı, gençler, çocuklar okullarına gitmeli. Peki, devletin bize gösterdiği, o vahşi yüzü, onun bir başka yerde, bizim şehrimizde, bizim kasabamızda, bizim mahallemizde karşımıza çıkmayacağının garantisi var mı?
Bu garantiyi verecek kimse de yok.

Hayatımda silahın iyi bir şey olduğunu hiç düşünmedim, hep karşısında oldum, elime dahi almadım, savunmadım. Ama yine de; bir çocuğun, gencin eline silahı neden aldığını anlayabilirim. Hayatının baharında hiçbir insan, durduk yerde silahlanayım demez. Böyle vahşice, gözleri oyularak, soyulup ortaya atılarak öldürülmeyi kimse göze almaz. Bu yürekle, cesaretle falan açıklanır bir şey değil. Biliyorum, kullanılıyorlar demek, birileri onları öne sürüyor demek hoşunuza gidiyor. Ama onunla da açıklayamazsınız bunu…
Kimse bana çocuklar şöyleydi, böyleydi demesin, aklım almıyor benim o lafları. Devletin zehirli resmi ağzı, oldum olası benim tepkimi çekmiştir. Hele bir de bu resmi dili kullanan sıradan yurttaş olunca hepten midemi bulanır. Ben o çocukları, gençleri değil, onların eline silahı vereni lanetlerim.

Öyle de yapıyorum, lanet olsun onlara, bin lanet.

Silahları gençlerin, çocukların eline veren sandığınız gibi her zaman terör örgütleri değildir. O terör örgütlerini de var eden; devlettir, devleti yönetenlerin beceriksizliği, acizliği, iktidar planları ve baş edemedikleri aşağılık egoları, pis oy hesaplarıdır. Yönetme hırsları, para hırsıyla birleşince vampirleşmeleridir. Her yerde, devlet bildik oyunu oynar. Dünyanın her yerinde, devletin olduğu her yerde geçmişten günümüze uygulaya geldiği yöntemde bir değişiklik olmadı. Ülkenin bir kesimi, bir bölgesini geri bırakılır, halkın bir kesimi diğerinden farklı bir gelişmişlik düzeyinde tutulur, bölgesel farklar yaratılır. Bilerek, isteyerek, coğrafi, iklimsel, etnik, dinsel farklıklar bunun bir aracına dönüştürülür, sorunlu bölge, sorunlu guruplar yaratılır. Emperyalizmin bildik o aşağılık böl ve yönet politikası, aslında devletin temel politikasıdır. Biri uluslararası düzeyde uygulanırken, diğeri ulusal düzeyde uygulama alanı bulur kendine. Uygulamada ve yöntemde, kullanılan araçlarda hiçbir farklılık görmek mümkün değildir.

Devlet bölmek ve kolay yönetmek için her aracı kullanır. Bizim devlette bundan azade değildir. Bütün diğer devletler gibi, kötüdür, zalimdir, elini kana bulamaktan çekinmez. Bu devlet düşmanlığı falan demeyin bana. Devlet dediğiniz bir yönetim aygıtıdır. Devleti kutsayan, dokunulmaz, eleştirilmez olduğunu söyleyenlerle ne zaman karşılaşsam, çocukluk yaşlarıma yakın zamanlarda devlet üzerene okuduklarım gelir aklıma. Sonraları yaptığım okumalar onu hep doğruladı. Devleti annemizin dikiş makinesine benzeten o ilk okumam, oldukça çarpıcıydı. Bir iş gören, bir ihtiyaca cevap veren gündelik hayatımızda kullandığımız araçlardan çok farklı değildir devlette. Bu kadar insanın bir arada yaşamasını sağlayan, kolaylaştıran, gönenç içinde yaşamasını, bir birinin hukukuna saygı göstermesini mümkün kılan bir aygıt o. Yani o annemizin kullandığı pedallı, oldukça gürültülü bir dikiş makinesinden çok da farklı değil. Annemizin pedallı dikiş makinesi zamana yenildi, yerini yenileri, daha iyileri, daha sessizleri, daha az yoranı geçti. Kullandığımız bir aygıt eskiyince değişmesi, yenisiyle değiştirilmesi kaçınılmaz oluyor.

Bu salt makinelerin değişmesiyle sınırlı bir olgu olmaktan öte bir şeydir. Teknolojik olarak daha ileri bir aracı kullanmak, daha iyi yetişmiş, daha becerili kullanıcılara gereksinim duyulmasını zorunlu kılar. Bizim eski devlet aygıtı ile bu değişim, gelişme sağlanmayacağı şimdi yönetimde olanlara bakınca anlaşılır bir şey oluyor. Bu bilgi düzeyinde yöneticiler, ellerindeki eski aracı kullanmakta tabi ki ısrar ederler, onun değişmesinin önüne geçerler. Bu aygıtın değişmesi gerektiğini söyleyenler, yenilikten yana olanlar hemen ihanetle suçlanırlar. Bu birazda eski arabasına, duygusal bağlarla bağlı, kendisi için kullanması kolay olduğuna inanan dedenin, torunun güvenlik, konfor ve belki birazda çağa uygunluk, beğenilen, şık bir arabayla değiştirme isteğine direnirken verdiği tepkiye benziyor. Dedenin, torunu vefasızlık, hayırsızlık, kadir kıymet bilmezlikle suçlamasından ne farkı var bu hain ilan etmelerin.

Devlet, hiç bir zaman kutsadığınız kadar masum, adil ve gerçekten yurttaşı için var olan bir kurum olmadı. Devlet bazen yönetmenin kolayına kaçmanın bir yolu olarak, karşısında durabilen güç odakları yaratır, onlarla savaşa tutuştur, savaşır. Bunlar çoğunlukla terör örgütleri olurlar. Kendisi bir zat, bunların kurulmasına ön ayak olur. Hain, düşman ilan ettiği bu örgütle, mücadele adı altında savaşa tutuşur. İşte bu savaş kısmı, sahici bir savaş olur, çünkü sahici ölünür her savaşta.

Kullanışlı terör örgütlerine, terör eylemlerine her ülkede rastlanır. Terör örgüleri olamadığında, devlet gizli servislerini bu eylemler için kullanılır. Bunlar halkın yoğun olduğu yerlerde eylemler yapmaktan çekinmezler. Hiç şaşırmayın, devletin en üst organlarında, gizli servislerinde belirlenen eylemleri yaparlar. Nokta atışlar olur bunlar. Hedeftekiler, sağcı, solcu, dinci, şucu, bucu hiç fark etmez, yeter ki o gün belirlenen politikaların hayata geçirilmesine hizmet etsin, gerisi insan yaşamı, ölecek insanlar, kadınlar, çocuklar çok da önemli değildir.

Asker, polis öldürülürse “şehit “ olur, onlarda kullanılırlar. Politik saflaşmaya hizmet eder, resmi görevlilerin yaşamlarını kaybetmesi. Genellikle toplumu bölmek için kullanılır. “Şehide” ağlayanlar, balkondan, pencereden bayrak asanlar ile asmayanlar karşı karşıya getirilir. Devlet bayrak asanların yanına geçer durur, birlikte resim verir, diğerlerini, oyunbozan ilan etmek işine gelmez, yaftayı yapıştırır, hain ilan eder.

Bu oyunda, ben sağcıyım bana sıra gelmez diyemezsiniz. Sağcı vurulan olmasa da, çoğunlukla ondan tetikçi yaratılır, o da öyle harcanır. Lafın kısası ve özü şu; devlet normal zamanlarda, çıkaramayacağı yasaları böylesi zamanlarda çıkarır. Halkın karşı çıkacağı, uygulaması zor politik dönüşleri, sistem değişikliklerini böylesi zamanlara saklar. Halkın bütün dikkatini, çatışmalara, ölümlere yönlendirir, bölünme masaları anlatır, kendi böler ve yönetir. Böylesi dönemler, kurdun çok sevdiği o puslu havaya benzer her türlü politik manevra yapmaya, olanak verir. Bu dönemlerde, hak aramanın yollarının sınırlandığı, hukukun çalışmadığı, çalıştırılmadığı, demokrasinin yara aldığı kimsenin umurunda olmaz. Bu dönmeler, bir hükümetin, bir iktidarın arayıp da bulamayacağı dönemlerdir. Halka hiç hizmet vermeden, ülkeyi en sorunsuz yönetebildikleri, ceplerini doldurabildikleri dönemlerdir bu dönmeler.

Zaten o terör örgütleri de bunun için vardır. Onlar, halkın dikkatini başka yöne çekmek, bölmek ve yönetilmesini kolaylaştırmak için vardır, yani resmi olmayan devlet kurumları gibi bir işlev görürler.

Çünkü öyle de çalışırlar…

Bu nasıl önlenir, devletin terör örgütleri kurması, filen değilse de kısmen yönetmesi, yönlendirmesi nasıl denetlenip engellenebilir? Bunun demokrasilerde bir kaç yolu var, seçimler halkın doğrudan denetlemesi anlamına gelir. Diğeri de iki seçim arasında yargının çalıştırılmasıdır. Erkler ayrılığı denen şeyin yargı ayağı direksiyonuna geçen usta sürücünün sıkı denetlenmesinin sağlar. Yargının güçlendirilmesi, bağımsızlığı, özerkliği bu denetimin sağlıklı yapılmasını sağlar. Her şeye çare olmaz tabi ki, ama olumsuzlukları, keyfi uygulamaları minimize eder.

Burada, özgür basını bir üçüncü yol olarak anmadan geçmeyelim. Yargının gözünden kaçanları o bulur ortaya koyar, yargıyı harekete geçmeye zorlar. Gözü pek gazeteciler, aydınlar, özgür, bağımsız medya organları ister bu yol.

Ben kendi payıma, devletle yan yana olmayı hiç istemem, karşısında olmak beni rahatsız etmez. Çünkü karşısında durmak araya bir mesafe koyar, beni devletin zehirli kışkırtıcı dilinden korur. Bu aynı zamanda bu ülkenin politikacısıyla, yan yana gelmeyi de engeller.

Birlikte resim vermemin önüne geçer.

Çünkü eğri oturduğumda, doğruyu söylemek isterim. Lafını esirgedi, eğdi büktü dedirtmem kimseye. Gerekirse susmasını da bilirim, çoklarının bildiğinin aksine, son derece sabırlı da olabilirim. Gerektiğinde insanları uzun uzun dinleyebilirim, saçmada bulsam bir şey demeden, duygusal serzenişlerini sonuna kadar dinleyebilirim, sorunlarını anlatıp kafamı şişirmelerine izin veririm.

Örneği var, bilen biliyor.

Bu övünülecek bir şey değil tabi, olması gereken, birlikte yaşamanın, altın kuralı. Bir birimizi dinleyeceğiz, kestirip atmadan, anlamaya, çalışacağız. Bir birimizle devletin resmi ağzıyla konuşmaktan kaçacağız. Kızsak da, küsmeden, hain, nankör ilan etmeden bir arada olmanın en son yolunu arayıp bulacağız.

Aslında sıradan yurttaşlık bilgisi dersidir bu; bir ülkede yaşayan, devlete yurttaşlık bağı ile bağlı olanların bir birinin eşiti olduğu ilkesi. Hiç birinin diğeri üzerinde bir ayrıcalığı, üstünlüğü olmadığını kabul ve garanti eder bu ilke. Ama ne gariptir ki; ilkokulda okutulan, ezberletilen bu ilke, hayata uygulamaya gelince hep çuvalladık, sınıfta kaldık. Bu tembellik doğrusu benim ağrıma gidiyor. Bu çağda, bu en sıradan yurttaşlık dersinden sınıfta kalmak olacak şey değil.

Akıl alacak şey hiç değil.

Neden?

Bölünürüz korkusu tabi…

Bu öyle bir korku ki; elmalara armut olduğunu kabul ettirip, aynı sepet içinde pazara sürme saçmalığına insanı düşürüyor. Buna köylü kurnazlığı, diğer bir söylemle şark kurnazlığı deniyor. Ancak son tahlilde bir işe yaramıyor, o elmalarla, armutları hep bir arada tutmaya yetmiyor. Vakti geldiğinde; onları, manavın tezgâhında ayrılmış görüyoruz.

Demek ki; kurnazlıkta bir yere kadar.

Baskıyla, kurnazlıkla bir yere varılamadığını artık görmemiz gerekiyor. Kimsenin, hiçbir gerekçeyle, hiçbir biçimde, başkasını, birlikte yaşamaya zorlamaya hakkı yok, ancak bir birimizin hakkına, hukukuna saygı göstererek birlikte yaşamaya ÖZENDİREBİLİRİZ.

Bunu becerebilirsek birlikte yaşarız.

Bunun dışında bir yol, yordam halkları bir arada, birlikte yaşamaya zorlayamaz. Bir dolu örnekten biliyoruz, tanklar, toplar, tüfekler, uçaklar bir yere kadar etkili olur…
Sonra, sonrası yok.

Hasan KAYA
Güre, 5 Ocak 2016 Salı