Türkiye’nin modern siyasal tarihine bütünlüklü biçimde bakıldığında, yüzeyde görünen olayların ötesinde daha derin bir hareketlilik belirginleşir. Darbeler, parti kapatmaları, yargısal müdahaleler, güvenlikçi siyaset, medya operasyonları, ekonomik baskılar ve ideolojik kampanyalar, tekil tarihsel kırılmalar olmaktan çok, devlet ile toplum arasındaki uzun soluklu gerilimin farklı ve birbirini tamamlayan görünümleridir. Bu gerilimin temelinde devletin demokrasiye duyduğu kalıcı ve yapısal korku yatar. Devletin modernleşme projesi, daha önce açıkladığımız gibi, toplumu dönüştürme misyonuyla özdeşleşmişti; bu nedenle toplumun kendi iç dinamikleriyle siyasal özne hâline gelme ihtimali devlet açısından daima bir tehdit olarak algılandı. Devletin zihniyetinde demokrasi, siyasal alanın genişlemesi değil, kontrol edilmesi gereken bir risk alanıydı.
Bu nedenle Türkiye’de demokratikleşme hiçbir zaman toplumun doğal siyasal evrimiyle gelişen bir süreç olmadı; devletin izin verdiği kadar genişleyen, devletin çekinceleri belirginleştiğinde ise yeniden daralan bir alan olarak tasarlandı. Siyasal alanın sınırları, toplumun talebine göre değil, devletin tehlike sezgisine göre çizildi. Kurumsal işleyişin görünürde demokratik oluşu, bu sınırlandırmayı perdeleyen bir yüzey etkisi yarattı. Seçimler yapıldı, partiler kuruldu, hükümetler değişti; fakat devletin gerçek güç merkezleri toplumun siyasal iradesine hiçbir zaman tam olarak açılmadı. Bu kapalı çekirdek, siyaset üzerinde görünmez bir ağırlık işlevi görerek, siyasal rekabetin nereye kadar ilerleyebileceğini belirleyen bir koordinat sistemi gibi işledi.
Devletin demokrasi karşısındaki bu çekingenliği, toplumun herhangi bir örgütlü biçimde güçlenmesini potansiyel bir tehlike olarak görmesiyle doğrudan ilişkiliydi. Devlet gözünde toplumsal örgütlenme, siyasal alanı genişletebilecek, hatta devletin tarihsel yönlendirme kapasitesini sorgulayabilecek bir dinamizmdi. Bu nedenle siyasal ve toplumsal özneleşme her genişlediğinde devletin refleksi sertleşti; genişleme devlet için bir uyarı, durdurulması gereken bir hareketlilik olarak görüldü. Tam da bu nedenle Türkiye’de demokrasinin ilerlediği her dönem, onu takip eden bir gerileme momentiyle eklemlendi.
Devletin en fazla çekindiği toplumsal özneleşmeler özellikle üç alanda yoğunlaştı: Kürt siyasal hareketi, İslamcı örgütlenmeler ve sınıf temelli sol-sosyalist hareketler. Bu hareketlerin ortak yanı, toplumsal tabanlarının devlet tarafından yönlendirilebilir olmaktan uzak bir biçimde, kendi iç dinamikleriyle büyümesiydi. Devletin ideolojik çerçevesiyle tam uyum göstermeyen, hatta bu çerçevenin dışında kendi meşru zeminini kurabilen her toplumsal aktör, devlet açısından siyasal alanın sınırlarını zorlayan bir tehlike olarak görüldü.
Kürt siyasetinin kapatılan partiler üzerinden kesintiye uğratılması bu sınırlandırmanın en belirgin örneğidir. Kürt siyasal temsili, devletin gözünde yalnızca bir parti meselesi değil, toplumun kendi kimliğiyle görünürlüğe kavuşması olarak değerlendirildi. Bu görünürlük arttıkça devletin refleksleri sertleşti ve parti kapatmaları bir hukuk işlemi değil, siyasal alanın sınırının yeniden çizilmesi anlamına geldi. Benzer biçimde İslamcı siyasal hareket, özellikle 1980 sonrası boşluklarında güçlenen yapısıyla, devletin beklediği sınırlı modernlik çerçevesini aşmaya başladığında, radikal biçimde engellendi. 28 Şubat müdahalesi ve Refah Partisi’nin kapatılması, devletin toplumsal tabanı genişleyen bir hareket karşısındaki tipik tepkisiydi: tehlike görüldüğünde demokratikleşme geriye çekildi, siyasal alan daraltıldı, kurumlar yeniden hizaya sokuldu.
Bu sınırlandırma yalnızca radikal dallanmalarda değil, sınıfsal örgütlenmelerde de kendisini gösterdi. 1960’ların yükselen işçi hareketi, grev dalgaları, sendikaların güç kazanması; 1970’lerde üniversite gençliğinin ve köylü hareketlerinin siyasal özneleşmesi; 1980 darbesinin hedefinde yalnızca siyasal partilerin değil, bizzat toplumun örgütlenme kapasitesinin yer almasının nedeniydi. Devlet toplumsal modernleşmenin yarattığı yeni güç merkezlerini tehdit olarak gördükçe, demokratikleşmeyi durdurmak için şiddeti daha kurumsal ve sistematik bir araç olarak devreye soktu. Kimi zaman ordu eliyle, kimi zaman yargı marifetiyle, kimi zaman medya kampanyalarıyla, kimi zaman da güvenlik aygıtları üzerinden siyasal alan kısaltıldı ve toplumun kendiliğinden gelişen örgütlenme ağları dağıtılmaya çalışıldı.
Bu düzen, Türkiye’de demokrasinin doğasının bir istisna değil, kural olduğunu gösterir: demokratikleşme devletin izin verdiği kadar ilerler; devlet tehlike sezdikçe geri çekilir. Genişlemenin hemen ardından sınırlandırma gelir. Bu nedenle demokratikleşme, bir güç devri değil bir güç paylaşımı olarak işledi. Bu “paylaşım”, devletin her zaman üstün konumda olduğu, toplumun ise ancak belirli sınırlar içinde hareket edebildiği bir mekanizmaya dönüştü.
Bu yapı, toplumun yeraltında güç biriktirmesine yol açtı. Devletin toplumsal alanı denetim altına alma çabası, siyasal enerjinin yok olmasına değil, görünmez ağlarda birikmesine neden oldu. Toplum kendisine açık olmayan siyasal alanda başka yollarla örgütlendi: dini cemaatler, hemşehri ilişkileri, ekonomik ağlar, kültürel dayanışma örüntüleri, yerel güç merkezleri, sınıfsal dayanışmalar ve daha birçok form, devletin yönlendirme kapasitesinden bağımsız olarak gelişti. Bu görünmez birikim, devletin fark etmediği veya fark etse bile yeterince anlamlandıramadığı bir siyasal güç oluşturdu. Devlet bu birikimin sonuçlarıyla ancak görünür hâle geldiğinde yüzleşti ve çoğu zaman geç kaldı.
Devletin uzun yıllar boyunca demokrasiyi sınırlamak için kurduğu mekanizmalar, bir noktadan sonra toplumun kendi örgütlülüğünü devletin içine taşımasına yol açtı. Siyasal İslam’ın devlet mekanizmalarına nüfuzu, bürokrasi, yargı ve güvenlik aygıtlarında yeni güç merkezlerinin oluşması, devletin dışarıda tutmaya çalıştığı toplumsal örgütlenmelerin bir gün devletin iç çekirdeğiyle temas etmesi, devletin kendi sınırını her demokratikleşme hamlesinde fark etmesinin dramatik bir sonucuydu. Devlet, toplumu kontrol etmek için kurduğu araçları bir süre sonra kontrol edemez hâle geldi.
Tüm bu süreçler gösteriyor ki Türkiye’de devletin en büyük kırılmaları toplumun en sessiz olduğu dönemlerden sonra geldi. Sessizlik hiçbir zaman bir yokluk değil, birikimin biçimidir. Devlet baskıyı artırdıkça siyasal enerji yüzeyde değil, derinlerde yoğunlaştı; bu enerji devletin zayıfladığı her momentte yüzeye çıkmaya hazır hâle geldi. Demokratikleşmenin sınırlandırılması, kısa vadede devletin istikrarını sağlasa da uzun vadede devletin kendi zemininin aşınmasına yol açtı. Devlet demokratikleşmeyi tehlike, toplum ise devleti aşılması gereken bir engel olarak gördükçe siyasal alan kalıcı bir gerilim hattına dönüştü.
Sonuç olarak modern Türkiye’nin siyasal deneyimi bize şunu açıkça gösterir: devlet toplumu dışlayarak güçlü kalamaz; toplum da devletin çizdiği sınırlar içinde siyasal özne hâline gelemez. Devletin demokrasiden duyduğu tarihsel korku, yalnızca demokrasiyi değil, bizzat devletin kendi meşruiyetini de zayıflatır. Devlet, toplumu yönlendirmeye çalıştıkça toplum kendi yollarını bulur; devlet demokratikleşmeyi sınırladıkça toplum başka kanallarda siyasal güç biriktirir. Devletin kendi varlığını koruma refleksi, tarih boyunca toplumu daha geniş bir siyasal alan arayışına yönlendirmiştir. Bu gerilim çözülemediği sürece Türkiye’nin siyasal düzeni genişleme ve daralma döngüsünden çıkamaz; devlet kendi sınırına her temas ettiğinde aynı çatışma farklı biçimlerde yeniden üretilir.
Hasan KAYA
9 Kasım 2025, Pazar













