Kâğıdın bir beden, sözün bir ruh gibi dolaştığı zamanları hatırlıyorum. O yıllarda gazete, yalnızca haber taşıyan bir araç değil; evlerin, küçük dükkânların, yoksul sofraların bir parçasıydı. Bir gazetenin hışırtısı, insanın günlük telaşına karışan bir tür nefesti. Gençlik yıllarımda gazeteleri kesekağıdına çevirip esnafa satar, öğrenci harçlığımızı çıkarırdık. Bir gazete, eğer sözünü taşıyamıyorsa bile hayatın yükünü taşırdı; bir kilo mercimeğin, bir ekmeğin ağırlığına dayanırdı.

O zaman bazı gazetelere bakıp gülerek, “Hiç değilse kesekağıdı oluyorlar” derdik. İçerikleri bir işe yaramasa da kâğıtları hâlâ işe yarardı. Söz ölmüş olsa bile, kâğıt hayata tutunmanın bir yolunu buluyordu.

Sonra zaman değişti. Poşet çıktı, kesekağıdı delindi, unutuldu. Plastikten yapılmış o ruhsuz torbalar, kâğıdın sıcaklığını, mürekkebin parmakta bıraktığı izi, bir sayfayı katlarken çıkan o tanıdık sesi bir anda yok etti. Artık gazeteler hayatın içinden geçmeden çöpe gidiyor. Okunmadan, dokunulmadan, hatta çoğu zaman fark edilmeden. Çöpün sessizliğine karışıyorlar. Yalnızca kâğıt değil; bir ağacın ömrü, bir ormanın yılları, bir mevsimin emeği de çöp oluyor.

Yazık, çok yazık…

Çünkü her bir gazete, aslında kesilmiş bir ağacın iç çekişidir. Ama bugünün asıl meselesi, yalnızca kâğıdın çürümesi değil; sözün kendisinin çürümesidir.

Eskiden gazetecilik, okuruyla sınanan bir zanaattı. Bir yazar okurunu bulamazsa, zamanla sahneden çekilir; bu çekiliş bile bir tür asaletti. Kayboluşunda bir utanç değil, bir erkân vardı. Bugün ise sahneden çekilenler hakikati savunanlar değil, sahnede kalanlar ise çoğu zaman en hafif olanlar. Artık yalnızca gazeteler değil; gazeteciler de çöpe dönüşüyor. Söyledikleri, durdukları yer, kaleme aldıkları cümleler… hepsi yarının çöplüğünde unutulmaya yazgılı.

Ve bu yazgıyı kendileri de biliyorlar.

Yazdıklarının ne bir ağırlığı ne bir izi olduğunu; kalemlerinin hakikati değil iktidarın keyfini taşıdığını; bir kilo ıspanak bile taşıyamayacak kadar zayıf bir sözle konuşmaya çalıştıklarını biliyorlar. İçerik yok; yalnızca iktidarın gölgesinde, onun sıcak nefesine sığınmanın getirdiği geçici bir rahatlık var. Kâğıt bile reddederken onları tarih neden sahiplensin?

İktidarın gölgesinde kalmayı seçen bu kalemler, kendi çürümelerinin gönüllü taşıyıcıları hâline geliyor. Onlar için gazetecilik, toplumun vicdanını taşımak değil; iktidarın vitrininde görünmek. Gazetecilik hevesiyle yola çıkıp, sonunda iktidarın gölgesinde bir tür reklâm panosuna dönüşüyorlar. Yıllarca yazsalar da yazdıkları hiçbir yere varmıyor; yalnızca gölgenin karanlığına ekleniyor.

Çünkü gölge büyüdükçe söz küçülür.

Her şeye rağmen inatla bu ülkede hâlâ güneşin altında durabilen, gölgeden uzak durmayı başarabilen, hakikatin bedelini ödemeye razı az sayıda gazeteci ve gazete var. Onların varlığı inkâr edilemez. Ama bu yazı onların hikâyesi değil. Onlar, herhangi bir övgüye ihtiyaç duymayacak kadar sağlam bir yerde duruyor; kalemleri güneş görmüş ağaçlar gibi dirençli. Bu ülkenin onuru onlarda saklı.

Asıl konuşulması gereken, gölgenin altına sığınarak büyüdüğünü sananlar. Çünkü çürümeyi taşıyanlar onlar.

Bugün gazetecilik adına konuşan birçok kalem, kendi mesleğinin mezar kazıcısına dönüşmüş durumda. Sözleri kuru, vicdanları suskun. Sayfalar dolusu yazsalar da anlattıkları şey hep aynı: iktidarın hoşuna gidecek cümleler, onun gölgesini daha da büyütecek satırlar. Toplumun sesi değil; iktidarın yankısı olarak var oluyorlar. Ve bu yankı, hakikatin sesini bastırdıkça kendi çürümelerini hızlandırıyor.

Halk ise her şeyi çoktan görmüş. Boşa değildir “Her ağacın kurdu özünden olur” sözü. Gölgenin altında büyüyen ağaç, kendi kurdunu besler. İktidarın gölgesinde büyüyen kalem de kendi çürümesini hızlandırır.

Bugün anlıyorum ki kesekağıdının delindiği gün, gazeteciliğin vicdanı da delindi. Çünkü kâğıdın değer kaybı, sözün de değer kaybıdır. Gazeteler artık yalnızca çöpe karışmıyor; bir dönemin vicdanı, sorgusu, sözle kurduğu bağ da kararıyor. Bir zamanlar bir kilo mercimeği, unu, şekeri taşıyabilen bir gazete, bugün bir gram hakikati taşıyamıyor.

Yazık, çok yazık…

Çünkü eskiden hiç değilse kesekağıdı olurdu; şimdi ne söz ne kâğıt, ne de yazanlar hayatın ağırlığını taşıyabiliyor. Geriye kalan, çürüyen sözün kesif kokusu. Ama o kokunun içinde bile bir şey çok açık: çürümenin kaynağı gölgenin ta kendisi.

Kim bilir, belki de bu yüzden, hakikatin ışığı bir türlü tamamen sönmüyor. Çünkü gölge ne kadar genişlerse genişlesin, güneşin altında duranların varlığı gölgenin karanlığını görünür kılıyor. Çürümenin yerini gösterip, sorumlularını açık ediyor.

Ve belki de tarih, bir gün en çok bunu kaydedecek:

Kâğıt çürüdü, söz çürüdü; ama çürümenin asıl kaynağı, gölgeyi yurt edinenlerdi.

Hasan KAYA
6 Kasım 2025, Perşembe