Bir ülkenin ekonomik haritası çoğu zaman grafiklerde, yüzdelerde, büyüme oranlarında ya da enflasyon tablolarında aranır. Oysa bütün bu istatistiklerin arkasında saklı bir başka gösterge vardır ki çok daha çıplak, çok daha dürüst, çok daha siyasal bir gerçeklik sunar: Hapishanelerde yatan insanların sayısı.

Bu sayı, bir ülkenin görünmeyen ekonomik anatomisi olduğu kadar, siyasal yapısının da en karanlık aynasıdır. Kâğıt üzerindeki refah iddialarını, soyut ekonomik büyüme rakamlarını, vitrindeki reform söylemlerini aşan bir hakikat sunar. Çünkü hapishaneler, bir toplumun ekonomik düzeninin hangi bedenleri dışarıda tutamadığını; siyasal düzenin ise hangi sesleri tehlikeli, hangi kimlikleri “makbul dışı”, hangi itirazları “tehdit” olarak kodladığını açık eden en somut mekânlardır. Cezaevlerindeki doluluk oranı, gelir dağılımı eğrilerinden daha fazla gerçeği; politik söylemlerden daha keskin bir çıplaklığı ifşa eder. Orada yatan her mahkûm, grafiğe sığmayan bir ekonomik kırılmanın olduğu kadar, bir siyasal tercihin, bir yönetim refleksinin, bir ideolojik tasnifin de canlı verisidir.

Ekonomik eşitsizlik derinleştikçe suç bireysel bir “ahlak hatası” olmaktan çıkar, yapısal bir sonuç hâline gelir. Aynı şekilde siyasal alan daraldıkça, hukukun bağımsızlığı zayıfladıkça, muhalefet kriminalize edildikçe hapishaneler yalnızca yoksulların değil, siyasal muhaliflerin de mekânına dönüşür. Bir ülkede sosyal devlet zayıflarken siyasal baskı güçleniyorsa, hapishaneler de büyür. Bu büyüme, ekonominin “dip akıntısı” olduğu kadar, siyasetin “arka plan kodu”nu da oluşturur: Üstte dolaşan yüzeysel istatistik ve demokratikleşme iddialarından farklı olarak, altta işleyen güç ilişkilerinin çıplak bir haritasını taşır.

Tarih boyunca her ekonomik kriz, hapishanelerdeki nüfusu artırmıştır; ama her otoriter dönüşüm de aynı sonucu doğurmuştur. Sanayi devriminin ilk yüzyılında İngiltere, yoksulları “düzeltme evleri”ne doldururken yalnızca üretim ilişkilerindeki krizini değil, siyasal huzursuzluğu da bastırmaya çalışıyordu. ABD’de neoliberal politikaların yükselişiyle cezaevi nüfusunun patlaması yalnızca ekonomik dışlamanın değil, siyasal yönetim tercihlerinin de istatistiksel bir sonucuydu. Latin Amerika’da gelir uçurumu derinleştikçe hapishaneler, ekonomik fazlalıkların yanı sıra siyasal itirazların da depolandığı yerlere dönüştü. Türkiye’den uzun uzun söz etmeye gerek var mı?  Her örnek, dünyanın dört bir yanında aynı gerçeği yineler: Cezaevi nüfusu, bir ülkenin hem ekonomik hem politik gerçekliğinin en samimi aynasıdır.

Bir ülke ne kadar eşitsizse, cezaevleri o kadar kalabalıktır; bir ülke ne kadar otoriterleşiyorsa, o kalabalık o kadar çeşitlenir. Ekonomik adaletin olduğu toplumlarda mahkûm sayıları düşer; siyasal özgürlüklerin geniş olduğu ülkelerde ise cezalandırmanın hedefi daralır. Fakat ekonomik paylaşım bozulduğunda, sosyal güvenlik ağları çöktüğünde, işin ve gelirin güvencesi ortadan kalktığında suç sistemin dayattığı bir yaşam stratejisine dönüşür. Aynı anda siyasal alan daralıp iktidar eleştiriyi “tehdit”, muhalif sesi “güvenlik sorunu” olarak gördüğünde hapishanenin kapıları başka bedenler için de açılır: gazeteciler, öğrenciler, aktivistler, sendikacılar, siyasal figürler…

Böylece hapishaneler yalnızca suçluları değil, ekonomik çarpıklığın ve siyasal baskının mağdurlarını da doldurur.

Cezaevleri bu nedenle bir ülkenin en dürüst istatistiğidir. İşsizliğin açıklanabilir, enflasyonun geçici gösterilebilir, büyüme rakamlarının revize edilebilir olduğu yerde; siyasal hak ihlalleri hukukilik kılıfına sokulabilirken, hapishanedeki beden sayısı ne ekonomik makyaja ne siyasal manipülasyona izin verir. Grafikler yeniden çizilebilir, reform söylemleri süslenebilir; fakat demir kapıların ardındaki her bir yaşam, sistemin hem ekonomik hem siyasal gerçekliğini saklamadan dışarıya sızdırır.

Ve en kritik nokta şudur: Ekonomik sistemler kendi başarısızlıklarını, siyasal sistemler ise kendi korkularını hapsetmek için cezaevlerini büyütür. Suçun kaynağını bireylere yüklemek, yapısal krizleri ve siyasal tıkanmaları görünmez kılmanın en eski yöntemidir. Oysa cezaevlerinin doluluğu ne yalnızca “suç istatistiği”dir ne de “yargısal bir sonuç.” Bu, bir “hayat istatistiğidir” ve hayat, ekonominin de siyasetin de en büyük yalanlarını reddeden bir hafızaya sahiptir.

Bu yüzden her toplumun en önemli ekonomik ve politik raporu cezaevleridir. Haritaların, tablo ve grafiklerin söyleyemediklerini onlar söyler. Bir ülkede yalnızca özgür olanların değil, özgürlüğünden mahrum bırakılanların sayısı; ekonomik düzenin ve siyasal rejimin hem maddi hem ahlaki bilançosudur. Bir ülke gerçekte ne kadar adil, ne kadar eşit, ne kadar özgür ve ne kadar refah içindedir diye sorulacaksa; cevap ne borsada, ne büyüme rakamlarında, ne de demokratikleşme söylemlerinde bulunur.

Cevap, demir kapıların arkasındaki sayılardadır.

Ve o sayılar, her zaman gerçeği söyler.