1974 Kıbrıs Harekâtı, Türkiye Cumhuriyeti’nin askeri ve diplomatik tarihinde hem kırılma noktası hem de çok katmanlı bir uluslararası kriz örneği olarak yer alır. Resmî söylemde, bu adım 1960 Garanti Antlaşması’ndan doğan hakka dayanan, Kıbrıslı Türklerin can güvenliğini sağlamak için yapılmış zorunlu bir müdahale olarak anlatılır. Ancak uluslararası ilişkilerde görünen nedenler ile karar vericilerin gerçek stratejik hesapları her zaman birebir örtüşmez. Özellikle Soğuk Savaş gibi, her hamlenin hem bölgesel hem de küresel dengelere etki ettiği bir dönemde, herhangi bir ülkenin attığı askeri adım, yalnızca kendi güvenlik endişelerinin değil, aynı zamanda ittifak ilişkilerinin, büyük güçlerin çıkarlarının ve perde arkasında yürüyen pazarlıkların ürünüdür. Kıbrıs meselesi, bu açıdan ders kitabı gibi incelenebilecek bir örnek sunar. Çünkü Türkiye’nin 20 Temmuz 1974’te başlattığı harekât, ilk aşamada Batı ittifakının stratejik hesaplarıyla belirli ölçüde uyumlu olduğu için sessiz bir onayla karşılanmış, hatta örtülü destek görmüş; ancak bu uyum ortadan kalktığında aynı operasyon, sert yaptırımların ve diplomatik baskıların gerekçesine dönüşmüştür. Bu, Türkiye’nin dış politikasında defalarca tekrarlanan, “uyum olduğunda destek, uyum bozulduğunda ambargo” şeklinde özetlenebilecek bir kalıbın en çarpıcı örneklerinden biridir.
1970’lerin başında dünya, ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş rekabetinin en keskin dönemlerinden birini yaşıyordu. NATO, kuzeyden güneye uzanan bir savunma kuşağı oluşturmuştu, ancak güneydoğu kanadı (Türkiye ve Yunanistan) ittifakın en kırılgan bölgesi olarak görülüyordu. Bu dönemde Yunanistan, 1967’de iktidara gelen Albaylar Cuntası tarafından yönetiliyordu. Cunta, ilk yıllarda Batı tarafından Sovyet etkisine karşı bir tampon olarak tolere edilmişti, ancak 1970’lerin ortasına gelindiğinde Avrupa’da ve ABD Kongresi’nde ciddi tepkiler almaya başlamıştı. Özellikle 1973 petrol krizi sonrası Doğu Akdeniz’in enerji nakil hatları üzerindeki stratejik önemi artmış, bu bölgedeki her tür siyasi kriz, büyük güçlerin radarına girmişti. Aynı dönemde Sovyetler Birliği, Mısır’daki İskenderiye ve Suriye’deki Tartus limanlarını kullanarak Doğu Akdeniz’de sürekli bir deniz gücü bulundurur hale gelmiş, ABD’nin 6. Filosu’na karşı bölgede denge unsuru oluşturmuştu. Bu nedenle Washington ve Londra için Yunanistan’ın NATO’dan uzaklaşması ya da tamamen kopması, ciddi bir stratejik risk anlamına geliyordu.
Batı’nın Sovyet tehdidine karşı bir dayanak noktası olarak desteklediği faşist Albaylar Cuntasının faşist baskıcı yönetimi, Yunanistan’daki sivil muhalefetin Avrupa ve ABD’de güçlü bir diaspora lobisi oluşturmasıyla hızla desteğini kaybetti. Avrupa ve ABD kamuoyunda ciddi eleştiriler almaya başladı. Yunanistan’ın hem sağ hem de sol bilinen politikacılarından oluşan bu diaspora lobisi, cuntanın uluslararası meşruiyetini zayıflattı ve Batı içinde cuntaya yönelik ekonomik ve siyasi baskıların artmasına neden oldu. Albaylar Cuntası, ekonomik yaptırımların ve diplomatik izolasyonun etkisiyle Sovyetler Birliği’ne doğru bir açılım arayışına girdi. Bu durum, Batı için ciddi bir tehdit teşkil etti; zira NATO’nun güney kanadındaki bir üyenin sosyalist blok ile yakınlaşması, Doğu Akdeniz’de stratejik dengeleri altüst edebilirdi.
Ancak bunu doğrudan bir müdahale ile yapmaları mümkün değildi. Soğuk Savaş dengeleri içinde NATO içi bir kırılmaya da yol açmak istemiyorlardı. İşte tam bu ortamda, Kıbrıs’ta yaşanan gelişmeler, Batı için bir fırsat ve aynı zamanda risk oluşturuyordu.
15 Temmuz 1974’te Kıbrıs’ta gerçekleşen EOKA-B darbesi, sadece Kıbrıslı Rum milliyetçilerinin Yunan cuntasıyla birlikte planladığı bir olay değil, onlarca örneğinde olduğu gibi, büyük ihtimalle emperyal istihbarat örgütlerinin bilgi ve onayı/yönlendirmesi içinde gerçekleştiğini düşünmemek için bir sebep yok. Son tahlilde Kıbrıs’ta Türk varlığına karşı gerçekleştirilen bu darbe, yerel halk üzerinde korku ve kaos yaratarak Türkiye’nin müdahalesini meşrulaştıracak zemin yaratı. Burada dikkat çekilmesi gereken önemli nokta, emperyal güçlerin kimi müttefiklerini birbirine karşı kışkırtmakta, hatta kontrol ettikleri örgütleri devreye sokarak siyasi krizi derinleştirmekten çekinmemeleridir. Yani Kıbrıs’taki darbe ve sonrasındaki katliamlar, sadece iki toplum arasındaki etnik çatışma değil, daha geniş emperyal stratejilerin sahadaki somut tezahürleridir. Albaylar cuntası yönetimi bile, emperyal güçlerin denetimi ve baskısıyla sınırlandırılmış, kendi başına hareket etmesi engellenmiş bir aktördür. Darbenin hemen ardından Türkiye’nin harekete geçmesi, hem bölgedeki Türk toplumunun güvenliği hem de Soğuk Savaş’ın dengeleri açısından ciddi bir test anlamı taşıdı. Bu müdahale, aynı zamanda Batı’nın Yunan cuntasını tasfiye etmek için dolaylı bir yöntem olarak da kullanıldı.
20 Temmuz sabahı Türkiye’nin başlattığı Barış Harekatı, Batı’dan beklenen sert tepkilerden uzak, görece sessiz bir onayla karşılandı. Bunun birkaç nedeni vardı. Öncelikle harekât, Kıbrıslı Türklerin can güvenliğini sağlıyor ve iki NATO müttefiki arasındaki doğrudan çatışmayı önlüyor, bu da Batı’nın Soğuk Savaş stratejileriyle uyumluydu. Dahası, Türk birliklerinin 20 Temmuz’da Kıbrıs’a çıkmasıyla, Yunanistan’da doğan yönetim bunalımı cuntanın hızla çökmesine yol açtı. Çok değil üç gün sonra 23 Temmuz’da iktidarı sivillere bıraktı.
Sürgünden çağrılan Konstantin Karamanlis vakit geçirmeden özgürlükleri getirecek önlemler aldı. 29 Temmuz’da da aşırı sağdan ilerici sola kadar birçok siyasal eğilimi temsil eden geçici bir hükûmet kurdu. İki Komünist parti hükûmetin dışında bırakıldıysa da, hükümet üyeleri arasında yakınları bulunan komünistler hükûmeti destekledi. 1 Ağustos’ta bir anayasal karar alınarak, 1952 Anayasası yeniden yürürlüğe kondu, ancak Anayasa’nın krala ilişkin tüm maddeleri, ilk seçimlere dek askıya alındı; sendikal özgürlükler geri verildi.
Yunan cuntasının hızla devrilmesi, Batı için arzulanan bir gelişmeydi. Bu rejim değişikliği, Kıbrıs krizinin doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıktı ve Batı, böylece hem Türkiye’nin inisiyatifine bir sınır koydu hem de Yunanistan’da daha kontrol edilebilir bir yönetim elde etti. Burada altını çizmek gerekir ki, Türkiye’nin 20 Temmuz’daki müdahalesi, emperyal güçlerin büyük ölçüde kontrolünde ve onayında gerçekleşmiş bir operasyondu. Ankara, NATO ve ABD’nin genel stratejisiyle uyumlu bir hamle yapıyordu. Bu uyum, Türkiye’ye ilk etapta bir “güven” ve dolayısıyla diplomatik koruma sağladı.
Ancak tüm bu dengeler, Ağustos 1974’te değişti. Türkiye, Londra ve Washington görüşmelerinde resmi olarak öngörülmeyen, hatta itiraz edilen bir adım atarak Kıbrıs’ın kuzeyinde daha geniş bir alanı kontrol altına aldı. Bu inisiyatif, Türkiye açısından hem yüksek risk hem de stratejik bir fırsattı. Çünkü sahadaki güç durumu, Ankara’ya daha sağlam bir güvenlik kuşağı oluşturma imkânı veriyordu. Ancak bu hareket, emperyal merkezlerle olan uyumu bozdu. İşte burada, Türkiye’nin dış politika pratiğinde sıkça gördüğümüz “uyum ve dışına çıkma” ikilemi somutlaştı. Ağustos hamlesi, Ankara’nın kendi iradesini sahaya yansıtmaya çalıştığı bir dönemeç oldu. Bu inisiyatif, Batı’nın stratejik planlarıyla çatıştı ve Türkiye’ye yönelik ambargo kararının temel gerekçesini oluşturdu. ABD Kongresi 1975’te Türkiye’ye silah ambargosu uyguladı; bu kararın arkasında, Türkiye’nin hem ittifak içindeki hareket alanını aşması hem de askeri güç kullanımını genişletmesi yatıyordu. Ambargo, Türkiye’nin savunma modernizasyonunu sekteye uğrattı, yerli sanayiyi teşvik etmek zorunda bıraktı ve uzun vadede dışa bağımlılığın risklerini gündeme getirdi. Ama en önemlisi, ambargo Türkiye’yi emperyal merkezlerin daha bağımlı bir “uydusu” haline getirmek için kullandığı baskı ve kontrol mekanizmasının açık bir göstergesiydi.
1974 sonrası süreçte NATO içinde yaşanan gelişmeler, ittifakların dayanışmasından çok çıkar çatışmalarının ön planda olduğunu gösterdi. Yunanistan, harekât sonrası NATO’nun askeri kanadından çekildiğini ilan etti; bu durum ittifakın güney kanadında ciddi güvenlik boşluğu yarattı. Ancak Batı, bu boşluğu Türkiye’nin doldurabileceğini biliyordu. Fakat Ankara’nın adadaki kalıcı varlığı karşısında da siyasi olarak sessiz kalması mümkün değildi. Bu gerilim, emperyal merkezlerin müttefiklerine “koruma kalkanı” sağlama bahanesiyle onları kendi kontrolleri altına alırken, aynı zamanda aralarında rekabet ve çatışmaya itmekten de çekinmediklerini ortaya koydu. Türkiye’nin Kıbrıs’ta attığı adımlar, müttefiklik söyleminin ne denli kırılgan olduğunu, çıkarların örtüşmediği noktada nasıl baskı ve yaptırımlara dönüştüğünü gösterdi.
Soğuk Savaş koşullarında Sovyetler Birliği, Türkiye’nin Batı’ya olan bağımlılığını zayıflatmak için bölgedeki etkisini artırmaya çalıştı. Kıbrıs Rum yönetimiyle derinleşen ilişkiler ve Doğu Akdeniz’deki askeri varlık genişlemesi, Moskova’nın bölgesel stratejisinin parçalarıydı. Ancak Sovyetler, Türkiye’yi doğrudan kendi saflarına çekmekten kaçındı; bu, NATO içindeki hassas dengelerin bozulmaması içindi. Türkiye ise, Batı ile Sovyetler arasında yürüttüğü hassas denge siyaseti nedeniyle, zaman zaman bağımsız hareket etmek zorunda kaldı. Ağustos 1974 hamlesi bu bağlamda Türkiye’nin inisiyatif alma çabası olarak okunabilir; ancak bu hamle, aynı zamanda bağımlılık zincirini gevşetmeye değil, tersine daha görünmez ve daha yoğun bir denetim ve baskı mekanizmasına tabi tutulmasına yol açtı.
Bu emperyal manevraların, bölge halklarının yaşamı üzerindeki olumsuz etkileri görmezden gelinmemelidir. Türkiye ve Kıbrıs’taki emekçi sınıflar, sermaye sınıfının ve devlet aygıtlarının savaş ve güç politikalarına maruz kalmıştır. Kıbrıs’ta yaratılan fiili bölünme, iki toplumun emekçileri arasındaki dayanışmayı zayıflatmış, bölgesel ekonomik koşulları kötüleştirmiştir. Türkiye’de ise ambargo ve artan askeri harcamalar, halkın ekonomik ve sosyal yaşamını zorlaştırmış; işçi ve emekçilerin temel hak taleplerini geri plana itmiştir. Emperyalist politikaların iç dinamikleri ile dış siyaset arasında sıkı bir bağ vardır: Türkiye’nin dış politikadaki riskleri ve yaptırımları, içeride sınıfsal gerilimlerin artmasına, halkın gündelik yaşamının olumsuz etkilenmesine yol açmıştır. Bu, savaş ve dış politika meselelerinin, devlet aygıtı ve sermaye sınıfı tarafından nasıl sınıfsal çıkarlar doğrultusunda yönlendirildiğinin de kanıtıdır.
1974 Kıbrıs Barış Harekatı, resmi söylemin ötesinde; emperyal güçlerin ittifak içi hesaplaşmalarının, müttefiklerini hem destekleyip hem baskı altına almasının, krizleri manipüle ederek kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmesinin açık bir göstergesidir. Ağustos 1974 hamlesi, Türkiye’nin çizginin dışına çıkması ve bu nedenle ağır ambargoya maruz kalması, emperyal düzenin özündeki “dayanışma-çatışma” ikileminin somutlaşmış halidir. Türkiye’nin yaşadığı bu süreç, emperyal güçlerin “koruyucu kalkan” iddialarının aslında bir “bağımlılık ve denetim ağı”ndan başka bir şey olmadığını, müttefik ülkelerin kendi çıkarlarına hizmet ettiği ölçüde desteklendiğini, aksi takdirde hızla cezalandırıldığını çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Kıbrıs, hem Türkiye hem de bölge halkları için sadece bir jeopolitik mesele değil; emperyalist güçlerin siyasi, askeri ve ekonomik çıkarları için deneme sahası ve kontrol laboratuvarı olarak kalmaya devam etmektedir.
1974 Sonrası Batı İttifakı İçindeki Çatlaklar, Emperyalist Baskı Mekanizmaları ve Halklar Üzerindeki Yük
1974 Kıbrıs Harekâtı’nın ikinci safhası tamamlandığında, Ankara sahada belirgin bir askeri üstünlük sağlamıştı. Ancak emperyalist sistemin işleyişinde, sahadaki askeri güç ile masadaki politik sonuçlar hiçbir zaman otomatik olarak örtüşmezdi. Batı başkentlerinde Türkiye’nin adadaki ilerleyişi, “kontrolsüz genişleme” ve “ittifak dengelerini bozma” olarak kodlanmaya başlandı. Kamuoyuna verilen demeçlerde “Türk işgali” ifadesi diplomatik biçimde törpülense de, kapalı kapılar ardında kullanılan dil son derece sertti. ABD’nin Ankara Büyükelçiliği tarafından Washington’a gönderilen 18 Ağustos 1974 tarihli rapor, Türkiye’nin “fazla ileri gittiği” ve “geri adım atmaya zorlanması gerektiği” ifadelerinin yanı sıra, Kıbrıs meselesinin Ankara’da yalnızca bir güvenlik sorunu değil, iç politik güç dengelerini tahkim eden bir araç olarak görüldüğünü öne sürüyordu. Raporun özellikle bu yönü, Ecevit Hükümeti’nin ülke içinde kazandığı prestijin aynı zamanda değişimini zorlaştıran bir faktör haline geldiğini vurguluyordu.
Bu süreçten kısa bir süre sonra, Türkiye’de ciddi ekonomik sıkıntılar baş gösterdi. Akaryakıt ve temel gıda maddelerinde kıtlık yaşanıyor, uzun kuyruklar oluşuyor, sanayi üretimi enerji yetersizliğinden sekteye uğruyordu. İş dünyası ise gazetelere verdikleri ilanlarla hükümetin istifasını talep edecek kadar sert bir tavır almıştı. Tüm bu gelişmeler, Kıbrıs zaferinin ardından gelen siyasi ve ekonomik türbülansın tesadüf mü, yoksa uluslararası baskılarla içerde oluşturulan bir zemin mi olduğuna dair soruları beraberinde getiriyordu!
Bu durum, bir başka bakış açısından emperyalist ittifakların işleyiş mantığını gözler önüne serer: Müttefiklik, “eşitler arası dayanışma” değil, merkez ülkelerin çevre ülkeler üzerindeki stratejik denetim mekanizmasının bir biçimidir. Türkiye, Kıbrıs’ta kendi ulusal çıkarlarını önceleyen bir hamle yaptığında, emperyalist merkezlerin tahammül sınırını zorlamış; destek değil, baskı ile karşılaşmıştır. NATO içindeki “güney kanadı”nın güvenliği için Ankara’ya ihtiyaç duyan Batı, aynı anda Ankara’nın sahada kazandığı mevzileri kendi kontrolü dışında bir bağımsızlık unsuru olarak gördü.
Yunanistan’ın ikinci harekât sonrası NATO’nun askeri kanadından çekilmesi, bu çelişkiyi daha da keskinleştirdi. Teoride ittifak boşluğunu Türkiye doldurabilirdi; pratikte ise, bu boşluğu doldurmanın bedeli, siyasi tavizler ve ekonomik kuşatma olarak geri döndü. ABD Kongresi’nin aldığı silah ambargosu kararı, yalnızca savaş uçaklarının yedek parçasını değil, Türkiye’nin uzun vadeli savunma planlarını da kilitledi. Askeri kapasitenin zayıflaması, Ankara’yı Sovyetler Birliği, Pakistan ve Güney Kore gibi alternatif tedarik kanallarına bakmaya zorladı. Ancak bu girişimler de emperyalist bağımlılık zincirinin farklı halkalarına tutunmaktan öteye gitmedi; “tek tedarikçi bağımlılığı” yerini çoklu ama yine merkezden bağımlı ilişkilere bıraktı.
Ekonomik ambargo ve siyasi baskının Türkiye’deki emekçi sınıflara yansıması çok daha ağır oldu. Yedek parça yokluğu, ordunun teknik bakım kapasitesini düşürürken; aynı dönemde ekonomik kriz, petrol şoklarının da etkisiyle derinleşti. Enflasyon çift haneli rakamların üzerine çıktı, ithalat kısıtlamaları temel tüketim maddelerinde kıtlık yarattı. Halk ekmek kuyruklarında saatlerce beklerken, Kıbrıs Türk halkı da izolasyonun ilk etkilerini yaşamaya başladı: Uluslararası ticaret kanalları kapandı, üretim girdileri pahalandı, ada ekonomisi Türkiye ekonomisinin krizlerine doğrudan bağlandı. Burada, iki halkın, Türkiye ve Kıbrıs halkının aynı emperyalist kuşatmanın ekonomik sonuçlarını gündelik hayatlarında hissettiğini görüyoruz.
İngiltere’nin tutumu, tipik bir emperyalist “iki tarafı da idare etme” stratejisiydi. Londra, Birleşmiş Milletler nezdinde Türkiye aleyhine kararları desteklerken, kendi Kıbrıs üs bölgelerinin güvenliği için Ankara ile perde arkasında koordinasyon kuruyordu. Bu, emperyalist güçlerin ilkesel değil çıkar odaklı hareket ettiğinin bir başka göstergesidir: Bir yandan “uluslararası hukuk” adına baskı kurarken, diğer yandan kendi askeri çıkarlarını korumak için işbirliği yapmaktan çekinmemek.
ABD’nin tavrı da benzer bir ikili oyun içeriyordu. Kissinger yönetimi, bir yandan Ankara’ya açık baskı yaparken, diğer yandan kapalı kapılar ardında pazarlık teklifleri sundu. Türkiye’ye şu mesaj verildi: Eğer Kıbrıs’taki askeri kazanımlarını uluslararası hukuk çerçevesinde, müzakere yoluyla sınırlı ölçüde meşrulaştırmayı kabul ederse, uygulanan silah ambargosu kaldırılabilirdi. Ancak bu teklif, Türkiye’nin fiili olarak ele geçirdiği tüm toprakların resmen tanınması anlamına gelmiyordu. Kissinger’ın asıl amacı, Ankara’yı Batı bloğundan koparmadan, Kıbrıs’ta taviz vermeye razı etmekti.
Bu noktada, bir siyasi veya askeri hareketin açıklanan hedefleri ile arka plandaki gerçek hesaplarının her zaman örtüşmeyebileceği gerçeği net biçimde görülüyor. Türkiye’nin resmi söylemi, “Kıbrıs Türk toplumunun güvenliğini sağlamak ve Anayasal düzeni yeniden tesis etmek” idi. Ancak pratikte, ortaya çıkan tablo, adanın kuzeyinde kalıcı bir siyasi yapılanmanın adımlarını içeriyordu. Bu durum Batı tarafından, NATO’nun iki üyesi arasında kalıcı bir sınır oluşması olarak algılandı. Batılı stratejistler için bu, ittifakın birlik görüntüsüne zarar verebilecek bir gelişmeydi; ama aynı zamanda Sovyetler karşısında istikrarı sağlayabilecek bir ‘fiili denge’ unsuru da olabilirdi.
Sovyetler Birliği’nin stratejisi ise farklı bir dengeye dayanıyordu. Moskova, Türkiye’nin Kıbrıs’taki varlığını NATO içinde yeni bir çatlak yaratma fırsatı olarak gördü; fakat Ankara’nın Batı’dan tamamen kopma ihtimalini düşük buldu. Bu nedenle, doğrudan Türkiye’ye yönelmek yerine Kıbrıs Rum yönetimiyle ilişkileri derinleştirdi. Burada da görüldüğü gibi, iki kutuplu dünyanın iki büyük gücü de, çevre ülkelerin halklarının çıkarlarını değil, kendi hegemonya mücadelelerini önceliyordu.
Bütün bu süreç, Türkiye’nin dış politikadaki manevra alanının ne kadar dar olduğunu, “çok yönlülük” adı verilen çizginin aslında zorunlu bir dengeleme çabası olduğunu gösterdi. Emperyalist merkezlerin baskısı, yalnızca Ankara’daki karar alma mekanizmalarını etkilemedi; aynı zamanda Türkiye ve Kıbrıs’taki emekçi halkların yaşam standartlarını aşağı çekti. Kıtlık, işsizlik, enflasyon, temel hizmetlerde kesintiler… Bütün bunlar, askeri ve diplomatik hamlelerin arka planında bedeli halklara ödetilen gerçek ekonomik-sosyal sonuçlardı.
Sonuçta, 1974 sonrası dönemde yaşananlar, emperyalist sistemin çevre ülkelerle kurduğu ilişkilerin “müttefiklik” adı altında nasıl bir bağımlılık zinciri yarattığını açıkça ortaya koyar. Türkiye’nin ve Kıbrıs’ın emekçi halkları, farklı ulusal kimliklere sahip olsalar da, aynı ekonomik kuşatma ve siyasi baskı mekanizmalarının altında benzer biçimde ezildiler. Kıbrıs meselesi, bu anlamda yalnızca ulusal güvenlik ya da diplomasi başlığı değil, aynı zamanda sınıfsal sömürü ve emperyalist bağımlılık ilişkilerinin somut bir laboratuvarı oldu.
1975–1980 Arasında Ambargo, Sermaye–Devlet İlişkileri ve Halkların Ortak Yükü
1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrasında uygulanan Amerikan silah ambargosu, Türkiye’nin dış politikada bağımsızlık söylemini güçlendirir gibi görünse de, gerçekte hem Türkiye’de hem de Kıbrıs’ta yaşayan halkın sırtına ağır bir ekonomik ve toplumsal yük bindirdi. Ankara’nın resmi söylemi, ambargoyu “ulusal onura yönelik bir saldırı” olarak çerçevelerken, bu krizden en çok etkilenenler, savunma sanayi zincirinde yer almayan, herhangi bir diplomatik masada söz hakkı bulunmayan işçiler, köylüler ve yoksul halk kitleleri oldu.
ABD’nin silah ve askeri malzeme ihracatını durdurması, orduyu doğrudan etkilediği gibi, dış yardımların ve kredilerin kısılması, zaten petrol kriziyle boğuşan Türkiye ekonomisini iyice dar boğaza soktu. Fiyatlar hızla yükseldi, enflasyon çift haneleri aştı, işsizlik kitlesel boyutlara ulaştı. İthal girdi bağımlısı sanayi üretiminde ciddi aksamalar yaşandı. Halkın gündelik hayatında bu süreç, elektrik kesintileri, ekmek kuyrukları, yakıt karne uygulamaları ve işsizlikle kendini gösterdi.
Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan halk da bu süreçten bağımsız değildi. Türkiye üzerinden gelen ekonomik akışın ambargo nedeniyle yavaşlaması, adada üretim kapasitesini kısıtladı. Tarımsal ürünlerin dış pazara erişimi zorlaştı, ithal ürün fiyatları yükseldi, küçük üretici iflas tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Böylece hem Türkiye’de hem de Kıbrıs’ta, askeri–siyasi kazanım olarak sunulan harekâtın ekonomik faturası doğrudan emekçilerin cebinden çıktı.
Bu dönemde Ankara’daki siyasi iktidar, Batı’ya karşı sert söylemler geliştirirken içeride milliyetçi ve militarist bir atmosferi güçlendirdi. Ancak bu atmosfer, sınıfsal çelişkileri görünmez kılmanın işlevini gördü. Emekçilerin ücret artışı, sosyal haklar veya iş güvencesi talepleri, “ulusal güvenlik” gerekçesiyle ötelenirken, sendikal hareket üzerindeki baskılar arttı. Kıbrıs’ın “milli dava” olarak sürekli gündemde tutulması, halkın ekonomik sorunlarını sorgulamasının önüne geçen bir ideolojik perde işlevi gördü.
Batı başkentlerinde Türkiye’ye dair oluşturulan “güvenilmez müttefik” imajı, sadece diplomatik yalnızlık anlamına gelmiyordu; bu durum aynı zamanda Türkiye’nin dış kaynaklara erişimini zorlaştırdığı için halkın gündelik yaşamını doğrudan etkileyen bir sonuç üretiyordu. Bu yalnızlık, Ankara’yı kısa vadeli dış borçlanma ve IMF reçetelerine daha bağımlı hale getirdi. Bu reçeteler ise özelleştirmeler, ücret kısıtlamaları ve sosyal harcamalarda kesintiler anlamına geliyordu.
Kıbrıs açısından bakıldığında, fiili bölünmenin kalıcı hale gelmesi, adadaki emekçilerin sınıfsal ortaklığını da zayıflattı. 1974 öncesinde aynı sendikal mücadelelerde, limanlarda, tarlalarda yan yana gelen Türk ve Rum işçiler, artık iki ayrı siyasi yapı içinde, birbirine düşman ulusal kimlikler üzerinden tanımlanır hale getirildi. Böylece sermaye, hem kuzeyde hem güneyde, işgücünü bölen ve pazarlık gücünü azaltan bir toplumsal atmosfer kazanmış oldu.
Bir başka açıdan bakıldığında, ambargo dönemi, dış politika krizlerinin ve emperyalist güçlerle yaşanan gerilimlerin, yalnızca devletler arası ilişkiler bağlamında değil, sınıf ilişkileri bağlamında da okunması gerektiğini gösterdi. Türkiye ve Kıbrıs’ta yaşayan halklar, bu süreçte farklı coğrafyalarda olsalar da aynı yapısal sonuca maruz kaldılar: üretim araçları üzerinde söz sahibi olmayan, karar mekanizmalarına katılamayan sınıflar olarak, hem savaşın hem ambargonun ekonomik ve toplumsal maliyetini üstlendiler.
Sonuçta, 1975–1980 arasındaki ambargo, ulusal egemenlik söylemleriyle örtülen, fakat özünde halkın sırtına yük bindiren bir dönemdi. “Milli dava” adına yürütülen politikalar, sermaye sınıfına yeni savunma sanayi ihaleleri, ticari imtiyazlar ve bölgesel güç pazarlıklarında manevra alanı kazandırırken; Türkiye’deki ve Kıbrıs’taki emekçiler için hayat pahalılığı, işsizlik, hak kaybı ve toplumsal kutuplaşma anlamına geldi.
Türkiye’nin Kıbrıs ve Bölgesel Politikalarının Sınıfsal Yüzü: 1980’lerden 2000’lere
1974 Kıbrıs Harekâtı’nın ardından Türkiye’nin dış politikasında açılan sayfa, yalnızca askeri bir başarı öyküsü değil, aynı zamanda uzun vadeli bir sınıfsal yeniden yapılanma sürecinin de kapılarını araladı. Devletin resmi söylemi, bu dönemi “ulusal güvenliğin güçlenmesi” ve “Türk dünyasının korunması” olarak sundu. Ancak bu söylem, kimin güvenliğini sağladığı ve kimin çıkarlarını koruduğu sorusunu çoğu zaman cevapsız bıraktı.
1980’ler boyunca Türkiye, Kıbrıs meselesini dış politikanın merkezinde tutarken, içeride 24 Ocak Kararları ile neoliberal dönüşüme girmişti. Bir yandan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilan edilmiş, diplomatik meşruiyet arayışları sürmüş; öte yandan Türkiye’de işçi haklarının geriletilmesi, sendikal mücadelenin baskılanması, ücretlerin reel olarak düşürülmesi hız kazanmıştı. “Milli dava” söylemi, bu iç dönüşüm sürecinde iktidarların elinde ideolojik bir perde işlevi gördü: halkın dikkatini sofrasındaki ekmekten, fabrikadaki grevden, köydeki üretim krizinden uzaklaştırmak için Kıbrıs bayrağı dalgalandırıldı.
1990’larda Sovyetler Birliği’nin yıkılması, Türkiye’ye yeni bir jeopolitik oyun alanı sundu. Batı ile Doğu arasında köprü olma iddiası, giderek “bölgesel güç” olma arzusuna dönüştü. Ancak bu güç söylemi de halkın gündelik yaşamına yansımadı. AB ile üyelik müzakerelerinde Kıbrıs, Türkiye’nin önüne bir “koşul” olarak kondu; Ankara ise bunu “milli onur” meselesi olarak çerçeveledi. Oysa AB ile ilişkilerin sınıfsal boyutu, yani tarım politikalarının yeniden yapılandırılması, sanayi üretiminde taşeronlaşmanın artması, esnek çalışma modellerinin yaygınlaşması gibi sonuçlar, çoğu zaman kamuoyuna tartışılmadan dayatıldı.
2000’li yıllarda Doğu Akdeniz’de keşfedilen enerji kaynakları, Kıbrıs meselesine yeni bir ekonomik boyut kazandırdı. Devlet, bu dönemi “mavi vatanın korunması” olarak sundu; enerji arama faaliyetleri, askeri tatbikatlar ve deniz yetki alanı tartışmalarıyla toplumsal gündem yeniden güvenlik eksenine çekildi. Fakat bu enerji projelerinin getirisi, Türkiye’deki işçilerle Kıbrıs’taki emekçilere ulaşmadı. Enerji politikalarının yönetiminde söz hakkı, uluslararası enerji tekelleriyle yerli sermaye gruplarının elinde kaldı. Halk ise hem Türkiye’de hem Kıbrıs’ta artan yaşam maliyetleri, işsizlik ve güvencesizlikle baş başa bırakıldı.
Kıbrıs meselesinin 1980’lerden 2000’lere uzanan seyri, ulusal güvenlik söyleminin sınıfsal işlevini açıkça gösteriyor: Bu söylem, hem içeride halkın ekonomik taleplerini bastırmanın, hem dışarıda sermaye birikim rejiminin çıkarlarını savunmanın ideolojik zeminini oluşturdu. “Milli çıkar” adı altında yapılan her hamle, çoğu zaman halkın ortak çıkarlarından çok, ekonomik ve politik elitlerin çıkarlarına hizmet etti.
Bugün dönüp bakıldığında, Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’de kazanıldığı söylenen mevzilerin, işçilerin ücretlerinde, çiftçilerin ürün fiyatlarında, gençlerin istihdam olanaklarında somut karşılık bulmadığı ortadadır. Ulusal gurur söylemi, hem Türkiye’de hem Kıbrıs’ta halkların gerçek ihtiyaçlarının önüne geçmiştir. Bu nedenle Kıbrıs meselesinin, sadece bir “dış politika dosyası” değil, aynı zamanda içerideki sınıf mücadelesinin görünmeyen cephesi olarak okunması gerekir.
Kıbrıs’ta ve Türkiye’de Halkların Ortak Hikâyesi: Hamasi Söylemin Ötesinde Bir Gerçeklik
Kıbrıs Meselesi, Türkiye’de çoğu zaman “kurtarma” ve “koruma” hikâyesi olarak anlatıldı. Yıllardır okullarda, meydanlarda, kürsülerde, ekranlarda bu hikâye tek bir dille, tek bir bakış açısıyla işlendi: Türkiye, “garantör” olarak, 1974’te Kıbrıs Türk halkını kurtarmaya gitmişti. Ancak yıllar geçtikçe bu hikâyenin başka sayfaları da görünür oldu.
Türkiye’deki yoksul işçiler, köylüler, işsiz gençler ve emekliler için Kıbrıs, çoğu zaman “uzaktaki milli dava” olarak kaldı. Kurtarma söyleminin sıcak milliyetçi duyguları, belki bir süreliğine ekmeğin küçülen dilimini, işsizliğin büyüyen kuyusunu unutturabiliyordu. Ama hayat devam ediyordu: Fabrikalarda düşük ücretler, tarlalarda alın terinin karşılığını bulamaması, şehirlerde ev kiralarının maaşları yutması…
Kıbrıs’ta ise “kurtarılan” halk, beklediği refahı ve güvenliği bir bütün olarak elde edemedi. Adada, bir sabah tankların toz bulutuyla gelen kurtuluş, zamanla başka sorunlarla gölgelendi. Siyasi izolasyon, ekonomik bağımlılık, üretim imkanlarının daralması, gençlerin gelecek arayışıyla adadan kopuşu… Evet, bazı açılardan güvenlik sağlanmıştı, ancak halkın sınıfsal çıkarlarıyla örtüşen, yaşam standardını kökten iyileştiren bir dönüşüm gerçekleşmedi.
Türkiye’deki işçilerle Kıbrıs’taki işçiler arasında görünmez bir bağ vardı: İkisi de kendi memleketinde “büyük siyasetin” vitrininde yer bulmayan, sesi çoğu zaman duyulmayan kesimlerdi. Ankara’da üretilen Doğu Akdeniz politikaları, uluslararası platformlarda “milli çıkar” olarak savunulurken, bu çıkarın hangi ellerde toplandığı sorusu genellikle sorulmadı.
Enerji arama gemilerinin denize indirilmesi, Münhasır Ekonomik Bölge ilanları, deniz yetki alanı anlaşmaları… Bunların hepsi, üst düzey diplomasi ve askeri strateji konularında heyecan yaratıyordu. Ancak Türkiye’deki yoksullar için bunlar, faturalarını ödeyip ödeyemeyecekleri gerçeğini değiştirmiyordu. Kıbrıs’taki halk için de bu gelişmeler, pazar yerinde sebze-meyve fiyatlarının artışını engellemiyordu.
Kıbrıs’ın “kurtarılması” ile Türkiye’nin “Kıbrıs’ta güçlenmesi” arasındaki fark, iki halkın gündelik yaşamında çok netti. Kurtuluş hikâyesi, bir devletin jeopolitik hafızasında önemli bir yer tutabilir; fakat bu hikâye, hem Türkiye’de hem Kıbrıs’ta halkların karnını doyurmuyor, işsiz gençlere umut olmuyordu.
Üstelik bu mesele, yıllardır Türkiye’de iktidarların iç politikada kullandığı bir kart oldu. Ekonomik krizlerin, işçi eylemlerinin, sosyal adalet taleplerinin yükseldiği dönemlerde “Kıbrıs milli davamızdır” söylemi, bir tür gündem değiştirici işlev gördü. Halk, “önce vatan” duygusuyla bir süreliğine sessizleşti; ama mutfaktaki yangın sönmedi.
Kıbrıs’ta da benzer bir durum vardı. Ada halkı, kendi içinde siyasi kutuplaşmalar, ekonomik belirsizlikler ve dış dünyaya kapalı bir yaşamın getirdiği daralmayla boğuşurken, “milli dava” söylemi, asıl sınıfsal sorunları görünmez kılıyordu. İşsiz gençlerin Türkiye’ye ya da başka ülkelere göç etmesi, çiftçinin ürününü değerinde satamaması, kamu kaynaklarının adil dağılmaması… Bunlar, hamasi nutuklarda kendine yer bulmayan gerçeklerdi.
Türkiye halkı ile Kıbrıs Türk halkının ortak hikâyesi, aslında aynı temel soruyu soruyor: “Milli çıkar” denen şey kimin çıkarı? Büyük siyaset sahnesinde yapılan her hamlenin bedelini, çoğu zaman en alttaki sınıflar ödüyor. Hem Türkiye’de hem Kıbrıs’ta. Ve bu, yalnızca geçmişin hikâyesi değil; bugün de Doğu Akdeniz’de enerji üzerine yürütülen her pazarlıkta, her askeri tatbikatta, her diplomatik kriz başlığında yeniden yaşanan bir durum.
12 Ağustos 2025 Salı, Güre