Batı’nın tarihi söylendiği gibi, yalnızca ilerlemenin tarihi değildir; aynı zamanda kendi karanlıklarının, günahlarının ve unutuşlarının gölgesinde yazılmış bir trajedidir. Görünürde aklın, bilimin ve teknik ustalığın zaferleriyle süslenmiş bu yol, gerçekte sayısız bedelin, görünmez kılınmış hayatların, sömürülmüş bedenlerin ve susturulmuş halkların üzerine inşa edilmiştir. Her taşın altında kan birikir; her sütunda kölelerin zincirleri, işçilerin çürüyen omuzları ve sömürge halklarının sessiz çığlıkları gizlidir. Batı, kendi tarihini yücelten anıtlar dikerken kulaklarını bu çığlıklara kapamıştır.

Sanayi Devrimi yalnızca buhar makinelerinin yükselişi değildir; çocuk bedenlerinin kömür karası atölyelerde solup gittiği, kadınların gölgeleşmiş yaşamlar içinde kaybolduğu, erkeklerin yaşamlarının fabrikaların dişlileri arasında ezildiği bir dönemin adıdır. İlerleme masalı, parçalanmış bedenlerin sessiz çığlıklarıyla yazılmış, emeğin ucuzlatılması ve yaşamın metalaştırılmasıyla beslenmiştir. Her buhar makinesinin uğultusu, binlerce hayatın sessiz ölümü; her tezgâhın tıkırtısı, açlık ve yoksullukla çırpınan bir çocuğun nefesidir.

Avrupa’nın yükselişi, tarih kitaplarında çoğu zaman “aklın zaferi”, “bilimin ilerleyişi” ya da “modernleşme” olarak resmedilir. Oysa bu resim, toprağın altına gömülmüş kemikleri, zincire vurulmuş bedenleri, denizlere atılmış tutsakları, Afrika’nın kırbaç izleriyle dolu sırtlarını, Asya’nın sömürülmüş tarlalarını ve Latin Amerika’nın yağmalanmış madenlerini saklar. Her fabrikada dönen çark, uzak diyarlarda akıtılan alın teri, kan ve gözyaşıyla dönmüştür; her tren rayı, milyonlarca emeğin sessiz ezgisiyle titrer.

Hindistan’ın pamuk tarlaları İngiltere’nin tekstil sanayisini beslerken, aynı Hindistan halkı açlıkla sınanıyordu. Karayipler’de şeker kamışı tarlaları, zincire vurulmuş Afrikalıların kanıyla sulanıyordu; Avrupa saraylarının sofraları tatlıya doyarken, Atlantik’in derinlikleri binlerce kaybolmuş ruhun ağıtıyla doluydu. Sanayi Devrimi’nin ışıkları, köle ticaretinin karanlığında parlamıştı ve bu ışık, bir uygarlığın kendi günahlarını örtmek için parlayan bir maskeden başka bir şey değildi.

Afrika’dan Amerika kıtasına taşınan milyonlarca köle, yalnızca ekonomik bir güç yaratmakla kalmadı; Batı’nın kültürel ve ahlaki düzeninin temellerini de attı. Rousseau’nun “İnsan özgür doğar” cümlesi, Atlantik Okyanusu’nda zincire vurulmuş Afrikalıların iniltileri eşliğinde okunuyordu. Kant, insanı amaç olarak görmeyi öğütlerken, Prusya limanlarından sömürge malları taşınıyordu. Hegel, tarihin ilerleyişinden söz ederken, Afrika’yı tarihsiz ilan edip Batı’nın uygarlık şenliğinin dışına itti. John Locke, mülkiyet hakkını kutsarken, köle ticaretine yatırım yapanlardan biriydi. Hume, ekonomik akıl ve deneycilik üzerine yazarken köleliğin “doğal bir düzen” olabileceğini ima etmekten çekinmedi; Smith ise serbest piyasa ve görünmez el üzerinden toplum refahını savunurken, sömürge ve köle emeğinin bu sistemin görünmez temel direkleri olduğunu görmezden geldi. Teoride insanlık, pratikte sömürü… İşte Batı düşüncesinin kalbine işlenmiş çelişki budur: akıl ve etik maskesinin ardında, güç, mülkiyet ve sermaye tarafından şekillendirilen bir zulüm mekanizması saklıdır.

Sömürgecilik, Batı’nın tarih boyunca işlediği en derin günahlardan biridir. “Medeniyet götürüyoruz” yalanı altında kıtalar parçalandı, halklar köleleştirildi, diller susturuldu. Bir kıtanın altınları çalındı, bir diğerinin toprakları bölündü, bir başkasının halkı açlığa sürüklendi. Ve bütün bu yağmanın üzerine Batı kendi bayraklarını dikti. Afrika ve Ortadoğu haritası, bir masa etrafında oturan Avrupalı diplomatların cetvelleriyle yeniden çizildi; halkların kaderi birkaç kalemin darbesiyle belirlendi. Bu haritada, insanlık geometrik bir figüre indirgenmişti; her birey bir çizgiyle temsil ediliyor, her yaşam bir cetvelin ucundaydı.

Batı’nın günahları yalnızca ekonomik ya da siyasal değildi; ruhsal ve toplumsal boyuttaydı. Din adına savaşlar çıkarıldı, bilim adına ırklar sınıflandırıldı, özgürlük adına sömürgeler işgal edildi. Kendi içlerinde özgürlükten ve insan haklarından bahsederken, dışarıya açıldıklarında köle zincirleri ve toplar taşıdılar. Bu ikiyüzlülük, uygarlığın damarlarına işleyen bir kanser gibiydi; sessiz ama ölümcül.

Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik kavramları artık pazarlama sloganlarına indirgenmiş, içi boşaltılmıştır. Özgürlük, tüketim özgürlüğü hâline gelmiş; eşitlik, piyasadaki sözde rekabetin hayali olmuş; kardeşlik, küresel kapitalist ağın çıkar ortaklığına dönüştürülmüştür. Kavramların içi boşaldığında toplumun soluduğu hava ağırlaşır; gökyüzü bile kirli bir sisle kaplanır. Batı’nın günahlarının gölgesi, işte bu kirli gökyüzünde keskin ve boğucudur.

Sömürgecilik yalnızca ekonomik bir eylem değil, dünya düzenini şekillendiren büyük bir travmaydı. “Yeni Dünya’nın keşfi” olarak kutsanan süreç, aslında yağmanın ve yıkımın maskesiydi. Altın ve gümüş kargoları denizleri aşarken milyonlarca yerli katledildi, milyonlarca Afrikalı zincire vurularak Atlantik’in öte yakasına taşındı. Bu kanlı seferlerin ardında, sermayenin doğuşunu hazırlayan birikim yatıyordu. Marx’ın Kapital’de belirttiği gibi, sermayenin “ilksel birikimi” hiçbir zaman masum bir başlangıç değildi; zorla el koymaların, yağmanın, köleleştirmenin ve talanın adıydı. Batı’nın sermayesi ne ticaretin masum denklemleriyle ne de üretken emeğin barışçıl gelişimiyle doğdu. Onun doğum anı, kanla, ateşle, zincirlerle ve mezarlarla yazıldı. Kapitalizmin elleri, o ilk andan itibaren temiz olmadı; aksine, üzerine oturduğu her taşın altında bir kurbanın kemiği, bir halkın susturulmuş sesi gizliydi.

Ama tarih bu kanlı başlangıçta donup kalmadı; yalnızca görünüm değiştirdi. Sömürgecilik sona ermiş gibi gösterildi, fakat zincirler başka bir kılığa büründü. Artık gemiler dolusu köle sevkiyatına gerek yoktu; modern çağın zincirleri, borçlandırma mekanizmalarıyla kuruldu. “Kalkınma yardımı” adı verilen bağışlar, bağımsızlığın değil, bağımlılığın yeni ilmekleriydi. Çokuluslu şirketler yatırımlarını “serbest piyasa” kuralıyla süslerken, gerçekte emek ucuzlatıldı, doğa “kaynak” adı altında yağmalandı. Ormanlar kereste oldu, madenler yerin derinliklerinden söküldü, nehirler barajlara hapsedildi. Kapitalizmin doymaz iştahı, yalnızca insanı değil, doğayı da metaya dönüştürdü. Bugün iklim krizinden söz ediyorsak, bu yalnızca teknik bir felaket değil, sermayenin tarihsel işleyişinin zorunlu sonucudur. Kapitalizm olmaksızın bugünkü ölçekte bir iklim değişikliği düşünülemezdi; çünkü doğa, kapitalist akılda sonsuz bir “hammadde” deposuna indirgenmiştir. Ormansız kalan topraklar, kuruyan göller, plastik yığınlarına gömülen denizler, işte bu düşüncenin izlerini taşır.

Batı’nın günahı yalnızca kölelik ya da sömürgecilik değildir; aynı zamanda yeryüzünün kendisine karşı işlenen bir suçtur. “Doğa ana” bir figür olarak yüceltilmiş, mitlerde ve edebiyatta koruyucu bir imge olarak kutsanmış olsa da, pratikte doğa köleleştirilmiş, sömürülmüş ve pazarın ihtiyaçlarına göre paramparça edilmiştir. Sermayenin aklı için orman yalnızca kereste, dağ yalnızca maden, deniz yalnızca balık sürüleri, insan yalnızca ucuz işgücü demektir. Bugün buzullar erirken, çöller genişlerken, ormanlar yanarken, Batı’nın modernleşme hikâyesinin görünmeyen dipnotları yeniden okunmaktadır. Bu dipnotlarda yalnızca yıkılan kentlerin ya da köleleştirilmiş halkların acısı değil, aynı zamanda doğanın derin yaraları da yazılıdır.

Marx’ın Kapital’de çözümlediği sermayenin açgözlü işleyişi, yalnızca artı-değer sömürüsünde değil, ekolojik yıkımda da kendini göstermektedir. Kapitalizmin yasaları, daha fazla kâr uğruna emeği nasıl tüketiyorsa, aynı iştahla toprağı da tüketmektedir. İklim krizi, bu yüzden salt teknik ya da “doğal” bir felaket değildir; Marx’ın çözümlemelerinde ortaya koyduğu üzere, sermaye birikiminin zorunlu mantığının ekolojik düzlemdeki kaçınılmaz sonucudur. Yıkılan ekosistemler, kuruyan göller, nefessiz kalan ormanlar, yalnızca insan emeğinin değil, doğanın da sermaye tarafından sömürülmesinin kanıtlarıdır. Kapital’in sayfalarında işçilerin çektiği acıların yanına bugün, buzulların çığlığı, toprakların kuraklığı ve okyanusların boğulmuş sesi de eklenmiştir.

Ve işte tam da bu ekolojik yıkımın gölgesinde, Batı kendi inşa ettiği düzenin içinde boğulmaya başlamıştır. Sermayenin açgözlülüğü yalnızca doğayı değil, toplumsal dokuyu da parçalamaktadır. 2008’de finans kapitalin krizi tüm çıplaklığıyla patlak verdiğinde, bankaları kurtarmak için devletler harekete geçti; fakat bedeli yine emekçilere, halklara ödetildi. Doğa nasıl yağmalanıp kurutulmuşsa, toplum da aynı yöntemle borçlandırılarak kurutuldu. Sosyal devletin kırıntıları bile tasfiye edilirken, işsizlik, güvencesizlik ve yoksulluk yeni bir norm hâline geldi. Ancak bu sefaletin gerçek faili olan sermaye gizlendi; kitlelerin öfkesi ise, bilinçli bir manipülasyonla göçmenlere, ötekilere yönlendirildi. Aşırı sağ, işte bu manipülasyonun siyasal biçimidir: krizin kaynağı olan sermaye değil, sınırları aşan yoksullar günah keçisi ilan edildi. Böylece kapitalizm, kendi krizini yeniden üretecek en güvenli perdeyi buldu: “yabancı” korkusu.

Aşırı sağın yükselişi yalnızca bir siyasal tercih değil, tarihsel bir bastırmanın patlamasıdır. Batı, kendi günahlarıyla yüzleşmek istemiyor. Afrika’nın yağmalanmış topraklarını, Amerika’nın köleleştirilmiş bedenlerini, Asya’nın sömürülmüş emekçilerini unutmak istiyor. Ama göçmenler bu unutmayı imkânsız kılıyor. Çünkü onlar, sömürgeciliğin yaşayan mirasıdır. Her göçmen, “Sizin zenginliğiniz bizim yoksulluğumuzdan doğdu” der. Ve bu söz, Batı’nın bilinçaltında yankılanır, korkuyu öfkeye dönüştürür.

Fransa’nın banliyöleri, bu tarihsel gerilimin en çıplak mekânlarıdır. Cezayir’den, Fas’tan, Tunus’tan gelen kuşakların torunları bugün o banliyölerde yaşıyor. Onlar ülkeye emeğini verdiler, yolları, fabrikaları, tarlaları kurdular. Ama karşılığında dışlanma, yoksulluk ve polis şiddetiyle yüz yüze bırakıldılar. Banliyölerin isyanları, yalnızca güncel bir toplumsal sorun değil; sömürgeciliğin bugünkü yankısıdır.

Benzer bir gölge, Almanya’da da kendini gösteriyor. 1960’lardan itibaren “misafir işçi” olarak getirilen Türkiyeliler, Alman ekonomisinin büyümesinde kritik bir rol oynadılar. Maden ocaklarında, otomotiv fabrikalarında, inşaatlarda en ağır işlerde çalıştılar. Ancak “misafir” sözcüğü, onların hiçbir zaman tam anlamıyla kabul edilmeyeceklerinin habercisiydi. Kuşaklar geçtikçe kimlik çatışmaları derinleşti: Bir yanda “Alman” olamamanın yarattığı yabancılık, öte yanda Türkiye’den taşınan toplumsal ve siyasal sorunların yeni kuşaklara sirayet etmesi. Bugün Almanya’daki Türkiyeli göçmenler, hem yapısal ayrımcılıkla hem de kimliklerini araçsallaştıran siyasal oyunlarla karşı karşıya. Irkçı saldırılar, Neonazi şiddeti, NSU cinayetleri gibi olaylar, bu topluluğun hâlâ “dışarıda” tutulduğunu kanıtlıyor. Onların hikâyesi, göçmen emeğinin görünmezliğini ve sermayenin ihtiyaç duyduğu anda çağırıp işi bitince dışlayan yapısını bir kez daha ortaya koyuyor.

Amerika’da da benzer bir hayalet dolaşıyor. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da yazdığı gibi, “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor…” sözünü bugün tersinden okumak mümkün: Atlantik’in öte yakasında da, kapitalizmin kendi günahlarının hayaleti dolaşıyor. Siyahların köle emeği üzerine kurulan zenginlik, yalnızca geçmişte kalmış bir acı değil, bugünün toplumsal yapısına sinmiş canlı bir mirastır. Pamuk tarlalarında kırbaçlanan bedenlerin yarattığı artı-değer, dev sanayilerin, bankaların ve üniversitelerin sermaye temellerine dönüştü. Ancak bu temelin üzerindeki kan, hâlâ silinmedi; o kan, bugün siyahların yaşamındaki derin eşitsizlikler, polis şiddeti, eğitim ve sağlıkta süregelen ayrımcılık, sistematik işsizlik ve yoksulluk olarak akmaya devam ediyor.

Fakat kitlelerin öfkesi, bu gerçek failden saptırılıyor. Beyaz işçilerin yaşadığı güvencesizlik ve yoksullaşma, sermayenin krizlerinin ve kapitalist işleyişin kaçınılmaz sonuçlarıdır; ama bu çıplak gerçek gizleniyor. Aşırı sağ, öfkeyi siyahlara, Latinlere, göçmenlere yönlendiriyor. Yoksulluk göçmenlerin omuzlarına yükleniyor, işsizlik sınırları aşan yabancıların varlığına bağlanıyor. Böylece gerçek düşman, sermaye ve onun krizleri görünmez kılınıyor. Amerika’da dolaşan hayalet, yalnızca köleliğin hayaleti değil; aynı zamanda sermayenin kendi suçlarını gizleme ve ötekilerin üzerine yıkma yeteneğinin hayaletidir.

Bu Amerikan tablosu, Batı’nın genel manzarasının da bir yansımasıdır. Bugün Batı, kendi hayaletleriyle yüzleşiyor; ancak bu yüzleşmeyi bastırmak için aşırı sağı çağırıyor, kendi korkularını daha yüksek bir sesle bastırmaya çalışan bir çocuk gibi, “Göçmenler geliyor, kültürümüz tehlikede, ulusumuz tehdit altında” çığlıkları atıyor. Oysa asıl korkusu göçmenler değil, kendi tarihinin hayaletleridir.

Bu bağırışın ardında liberal değerlerin içi boş bir vitrine dönüşmüş hali saklıdır. Demokrasi hâlâ sahnede oynanıyor, ama oyunun dekoru çürük. İnsan hakları hâlâ dile getiriliyor, ama aynı devletler göçmen teknelerini Akdeniz’in sularına terk ediyor. Özgürlük hâlâ övülüyor, ama aynı eller Ortadoğu’da bombalar yağdırıyor. Bu yüzden liberal değerler artık inandırıcılığını yitirmiş bir retorikten ibarettir. İnsanlar seçimlerin bir şey değiştirmediğini, oy pusulalarının sermayenin demir yasalarını kıramadığını görüyor. İşte tam da bu fark ediş, güçlü bir otoriteye yönelişi besliyor. Aşırı sağın yükselişi, güçlü lider, sert devlet ve korunan sınırlar vaadiyle kitlelere sesleniyor. Oysa korunan tek şey sermayenin çıkarlarıdır.

Dante’nin cehenneminden geçen bir yolcu gibi, insanlık da Batı’nın kendi cehenneminden geçiyor. Her katta başka bir günahla yüzleşiyor: kölelik, sömürgecilik, doğanın yağmalanması, savaş, ırkçılık… Batı, kendi günahlarının katmanlarında ilerliyor, fakat hâlâ kurtuluş ihtimali var. Çünkü hayaletler susturulamaz; yalnızca dinlenebilir. Batı’nın yapmadığı ise tam da budur: dinlemek, kabul etmek ve hesaplaşmak.

İşte tam bu noktada, Türkiye’nin hikâyesi Batı’nın hayaletleriyle doğrudan bir temas içinde. Osmanlı sonrası seçilen Batı modeli, bir yandan “ilerleme” adı altında modernleşmeyi vaat ederken, öte yandan Batı’nın bütün çelişkilerini kendi topraklarına taşımıştır. Türkiye’nin Batı modernitesine yönelme süreci yalnızca ekonomik bir tercih değil, toplumsal ve kültürel açıdan ağır bir sınav olmuştur. Halkın omuzlarına hem içerideki sermaye birikiminin baskısı hem de küresel kapitalist sistemin talepleri yüklenmiştir. İşçiler ve köylüler, modernleşmenin gölgesinde görünmez zincirlerle ezilmiş; her reform, her fabrika ve her modernleşme hamlesi, sıradan insanların yaşamında yeni yükler bırakmıştır.

Türkiye: Gecikmiş Modernleşmenin Gölgeleri

Türkiye’nin Batı modernitesine yönelme süreci, çoğu zaman yalnızca “ilerleme” veya “çağdaşlaşma” olarak anlatılsa da, aslında bu yol, kapitalizmin yerel topraklarda kök salmasının adıdır. Modernleşme, sadece tren yolları, fabrikalar, anayasal kurumlar demek değildi; aynı zamanda üretim ilişkilerinin köklü biçimde dönüşmesi, emeğin yeni biçimlerde sömürülmesi ve toplumun sermaye birikiminin ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirilmesiydi. Osmanlı sonrası dönemde seçilen Batı modeli, halkın omuzlarına hem içerideki sermaye sınıfının yükselişini hem de küresel kapitalist sistemin taleplerini yükledi. İşçiler ve köylüler, bu modernleşme hamlelerinin arkasındaki kapitalist mantığın taşıyıcı kolonlarına dönüştürüldü. Her reform, her fabrika, her kalkınma projesi, sıradan insanların yaşamında yalnızca yeni imkânlar değil, çoğu kez yeni yükler, yeni görünmez zincirler yarattı.

İçerde emek sömürüsü, fabrika bacalarından yükselen duman kadar yoğun, taşrada kömür ocaklarında, tarlalarda ve atölyelerde çalışan bedenler kadar görünmezdi. Her adım, modernleşme propagandasının ardında ezilen bir yaşamın sessiz çığlığıydı. Dersim Katliamı (1937–1938), yalnızca siyasi bastırmanın değil, modernleşme ve devlet kontrolünün yerel halk üzerindeki kanlı tezahürlerini gösterir. 12 Eylül 1980 askeri darbesi, işçi hareketlerini, sol örgütleri ve toplumsal muhalefeti ezerek bu sürecin toplumsal maliyetini gözler önüne serdi. 1990’lardan itibaren Kürt halkına yönelen politik baskılar ve Roboski Katliamı ise modernleşmenin baskıcı mirasının devam eden somut örnekleridir.

Modernleşme yalnızca ekonomik bir tercih değildi; toplumsal ve kültürel derinliklerde tarihsel bir iz bıraktı. Devletin kalkınmacı politikaları bazı bölgeleri vitrin olarak geliştirirken, özellikle Doğu’nun Kürt coğrafyası bilinçli biçimde geri bırakıldı. Sömürge toprakları bulunmayan bir modernleşme projesi, kendi içinde sömürge bölgeleri yaratarak ilerlemeye çalıştı. Batı’dan ithal edilen model, içeride farklılıkların bastırılması ve eşitsizliklerin yeniden üretilmesi pahasına uygulandı. Bu yapı, sağ kalkınmacı ideolojiler, Batı modernitesine karşı çıkan gerici örgütlenmeler ve İslamcı hareketler için bir alan açtı; işçilerin ve köylülerin ağır yükleri, sosyal adaletsizlik ve ekonomik eşitsizlik, toplumsal radikal ve ideolojik yönelimleri besledi ve iktidara uzanan siyasal çatışmaları hazırladı.

Türkiye’de gözlenen siyasal krizlerin ve toplumsal gerilimlerin kökeninde yalnızca Cumhuriyet’in kuruluşuyla alınan kararlar değil, Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan tarihsel yönelimler yatıyor. Tanzimat’tan itibaren Batı modernitesine doğru bir yöneliş tartışılmaya başlanmış, devletin varlığını sürdürebilmesi için gerekli bir yol olarak sunulmuştu. II. Meşrutiyet yıllarında bu tartışma iyice derinleşmiş, “ilerleme” ile “gelenek” arasında gidip gelen bir gerilim hattı ortaya çıkmıştı. Ancak bu yönelime karşı güçlü direnç odakları da vardı. Ulema çevreleri, tarikat yapıları, taşra eşrafı ve geleneksel güç odakları, modernleşme hamlelerinin kalıcı bir toplumsal dönüşüme evrilmesini çoğu kez engelleyebildi. Dolayısıyla Batı modernitesine yönelme fikri, Osmanlı’nın son yüzyılında hep yarım kalmış, kesintiye uğramış bir proje olarak varlık gösterdi.

Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte bu tablo köklü biçimde değişti. Kurucu kadrolar, Batı modernleşmesini artık bir seçenek değil, devletin geleceğini teminat altına alacak tek yönlü ve keskin bir karar olarak benimsedi. Modernleşme karşıtı güçlerin siyasal karar mekanizmaları üzerindeki nüfuzları büyük ölçüde kırıldı. Kamusal alan, eğitim sistemi, hukuk ve idari düzenlemeler üzerinden Batı modernitesine eklemlenme süreci devlet eliyle kurumsallaştırıldı. Ancak bu durum, modernleşmeye karşı duran toplumsal ve ideolojik odakların tümüyle tasfiye edildiği anlamına gelmiyordu. Aksine, bu çevreler görünür siyasal etkilerini kaybetseler de, altan alta örgütlenmeye ve varlıklarını başka biçimlerde sürdürmeye devam etti.

Türkiye’nin bugünkü siyasal krizlerini anlamak için bu ikili tarihsel seyir önemlidir: Bir yanda Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak Cumhuriyet’le kurumsallaşan Batı modernleşmesi tercihi, diğer yanda bu tercihe karşı gelişen muhafazakâr ve dini direnç damarları. Geriye, geleneğe dönme özlemi taşıyan ideolojik yönelimler yalnızca bugünün politik hamleleriyle açıklanamaz; onlar, Cumhuriyet’in modernleşmeyi devletin resmi çizgisi haline getirdiği kararın gölgesinde büyümüş, sessiz ama örgütlü biçimde taşrada, cemaatlerde ve kültürel yapılar içinde varlığını sürdürmüştür.

Dindar muhafazakârlık, sağ kalkınmacı popülizm ve neoliberal modernleşme söylemleri, Türkiye’nin tarihsel çatışmasının farklı tezahürleridir. Modernleşmenin parlak yüzü “ilerleme” vaat ederken, işçiyi, köylüyü ve mülteciyi birer emek sermayesi olarak gören politikalar, Batı’nın sömürgeci masallarındaki gibi yalnızca bir perde işlevi görür. Vitrinde modernlik sergilenirken, arka planda derin sınıfsal uçurumlar, bastırılmış kültürel kimlikler ve siyasal gerilimler kalıcı biçimde büyür.

İşte bu sınıfsal ve ideolojik uçurum, modernleşmenin yalnızca bir göstergeye indirgenemeyecek ağır yükünü ortaya koyar. Türkiye’nin modernleşme yolunda karşılaştığı ikili baskı, hem içerideki sermaye birikimi hem de küresel kapitalist sistemin talepleriyle halkın yaşamını adeta bir mengenede sıkıyordu. Devletin içeride yarattığı sermaye baskısı, toprağını kaybeden köylüleri, borçla kıstırılmış küçük üreticileri ve sendikasız, güvencesiz işçileri biçimlendirdi. Öte yanda küresel kapitalizmin talepleri; düşük ücret, esnek emek ve dış pazarlara bağımlı üretim olarak kendini gösterdi. Bu iki tarafın arasına sıkışan toplum, hareket edemez hâle geldi. Kimi köyünü bırakıp şehirlere göç etti, kimi şehirlerin varoşlarında yoksulluğun kalıcı kıskacına mahkûm oldu; kimi de kültürel kimliğini kaybetme pahasına sisteme uyum sağlamak zorunda kaldı. Her modernleşme hamlesi, bir tarafta ilerleme vaadi taşırken, diğer tarafta binlerce yaşamın sessiz çığlığını büyüttü.

Bu sıkıştırma farklı dönemlerde farklı biçimler aldı. 1930’larda devletçi kalkınma politikaları sanayi yatırımlarını hızlandırırken, kırsalda ağır vergiler ve zorunlu askerlik yüküyle köylüyü ezdi. 1960’lar ve 1970’lerde işçi hareketlerinin yükselişi bu baskıyı gevşetmeye dönük bir çaba gibiydi, fakat 1980 darbesi tüm toplumsal muhalefeti ezerek vidaları yeniden sıktı. Grevler yasaklandı, sendikalar dağıtıldı, siyasi partiler kapatıldı; işçiler için modernleşmenin anlamı daha fazla sömürü ve daha az hak oldu. 2000’lerden itibaren neoliberal dönüşüm, küresel kapitalizmin yükünü daha da artırdı. Özelleştirmeler, taşeronlaşma, esnek çalışma ve borçlanmaya dayalı büyüme modeli toplumun bütün kesimlerini yeni bir kıskaca aldı. Şehirlerde işsizlik ve güvencesizlik büyürken, köyler hızla boşaldı. Kürt coğrafyasında ise hem politik baskılar hem de ekonomik geri bırakılmışlık, modernleşmenin eşitsiz ve sömürgeci niteliğini gözler önüne serdi.

Bu çelişki, modernleşmenin estetiği ile gündelik yaşamın gerçekliği arasındaki uçurumu derinleştirdi. Şehirler betonla doldu, fabrikalar kuruldu, yollar yapıldı; görünür başarıların ardında işçi, köylü ve emekçinin yaşamı yok sayıldı, adeta bir feda alanı olarak kullanıldı. Eğitimde, sağlıkta ve sosyal haklarda yaşanan eksiklikler, modernleşme sürecinin toplumun alt katmanlarına yüklediği görünmez zincirlerin bir yansıması oldu.

Türkiye’nin Batı modernitesini seçme süreci, sıradan insanlar için görünmez bir cehennem yaratırken, sermaye ve iktidar odakları için bir nimet kaynağı oldu. İşçilerin ve köylülerin bedelleri, devletin ve sermayenin modernleşme projelerini besledi; her eğitim reformu, her sanayi hamlesi, emekçiler için birer yük ve baskı aracı oldu. Bu paradoks, Türkiye’nin tarihsel gecikmesini ve modernleşme seçimlerinin toplumsal maliyetini anlamadan çözümlenemeyecek bir tabloyu ortaya koyar.

Bugün Türkiye’de yükselen siyasal krizler, toplumsal gerilimler ve ekonomik sorunlar yalnızca geçici meseleler değildir; tarih boyunca seçilmiş modernleşme yolunun, gecikmiş bir Batı modeliyle deneyimlenen bedelinin somut tezahürleridir. Sağcı kalkınmacı ideolojiler, İslamcı hareketler ve radikal politik arayışlar, bu tarihsel yükün günümüz yansımalarıdır. Geçmişin gölgeleri, bugünün sokaklarında, işyerlerinde ve gündelik yaşamın her anında dolaşır; Batı’nın günahlarıyla beslenen modernleşmenin Türkiye’ye yansıyan yüzüdür.

Sessizlik, hem mağdurların hem de devletin bilinçli unutuşunun bir sembolü hâline gelir. Ancak sessizlik yalnızca yokluk değildir; bu sessizlik yarının çığlığına dönüşebilecek bir potansiyeldir. İşçiler, köylüler, mülteciler ve ezilen halklar, kendi varoluşlarını ve yaşamlarını görünür kılmaya başladıkça, sessizlik yankıya dönüşür. Tarih yalnızca baskının değil, direnişin de izlerini taşır. Türkiye’nin gecikmiş modernleşme yolculuğu, Batı’nın günahlarının gölgesinde hem baskı hem direniş dinamiklerini bir arada taşır.

Modernleşmenin bu sancılı seçimi, Türkiye’yi yalnızca ekonomik bağımlılığa mahkûm etmedi; toplumsal hafızayı, kültürel bilinci ve siyasal yapıyı da biçimlendirdi. Her siyasal kriz, her ekonomik gerilim, her toplumsal çatışma, gecikmiş modernleşme tercihiyle doğrudan bağlantılıdır. Bu nedenle Türkiye’de yaşanan siyasal krizleri, geri dönüş özlemleri taşıyan ideolojik yönelimleri ve radikal toplumsal hareketleri tarihsel bağlamdan bağımsız anlamak imkânsızdır.

Modernleşme yalnızca teknik bir süreç değil; toplumun değerlerini, ruhunu, kolektif bilinçaltını ve toplumsal adalet algısını biçimlendiren bir kaderdir. Türkiye’nin seçtiği Batı modernitesi, gecikmiş ve acılı bir yol olarak, sıradan insanların omuzlarına binen görünmez zincirlerle bugün de yaşanmaktadır. Her sokak, her fabrika, her okul ve her devlet dairesi, bu zincirlerin sessiz ama etkili izlerini taşır. İşte bu yüzden Türkiye’nin bugün yaşadığı siyasal, toplumsal ve ekonomik krizler, tarih boyunca seçilmiş bir yolun, gecikmiş bir modernleşme modelinin, Batı’nın gölgeleri ve günahlarıyla iç içe geçmiş sonuçlarıdır. Her sessizlik, her ezilmiş ses bir gün yankıya dönüşebilir ve bu yankı tarih boyunca hep ezilenlerin tarafında yükselmiştir.