Siyasilerin geçmiş konuşmaları ile bugün yaptığı konuşmaları karşılaştırdığınızda, anlamakta zorlandığımız söylem, uygulama ve duruşlarla karşılaşırız. Bir birini ret eden söylemler çok açıktır, hemen göze çarpar.

Demirel, geçmişte söylediği bir sözüne ters düştüğünde, sorulan soru üzerine, “dün dündür” diye bir cevap vermişti. Bu çelişkiyi örtmenin veciz sözü olarak Türk siyasal tarihine geçti.

Kendisiyle sürekli bir çelişki içine düşen Erdoğan, bu konuda bize sonsuz malzeme sağlayan bir politikacıdır. Geçmiş konuşmaları ile bugünlerde yaptıkları arasında taban tabana farklılıklar bulmak hiç zor değil. Küçük bir araştırmayla, kendi kendisini ret eden, yalanlayan, kendi kendisiyle çelişen onlarca konuşmasına rahatlıkla ulaşabiliriz.

Bunu açıklamanın en basit yolu, “bu adam ne dediğini bilmiyor” olabilir. Ancak bu, gerçekten ne dediğini bilmediğinden olabilir mi?

Dış politikada, kimi zaman aceleci davranmış olmasından kaynaklanan, sapmaların olduğunu kabul etsek bile, diğer birçok konuda kendi kendisiyle bu düzeyde çelişen tavır, söylem ve uygulama içinde olmasını salt aceleciliğine, sinirli bir mizaca, cahilliğine yüklemek doğru olmaz.

Değil de…

Peki, bu sapmaların kaynağı ne olabilir?

Öncelikle şunu söylemekte yarar var. Bu sapmaları politikacıların kişisel beceri, beceriksizliği, hırsları, zaafları ile açıklamaya çalışmak, bize gerçek, bütünlüklü resme ulaşma olanağı vermez.

Hiç kuşkusuz, politikacıların, kişilik özeliklerinin burada bir payı olduğunu yadsıyamayız. Ancak bu bize büyük resmi görme olanağı vermez. O büyük resmi görmek için, biraz geriye çekilmek ve daha genel bir bakış geliştirmek zorundayız.

Erdoğan ve ekibinden söz edildiğinde, bu ekibi, siyasette var eden, bir yerlere taşıyan sınıf ve katmanları birlikte ele alma zorunluluğu var. Burada hemen küçük bir parantez açarak siyasilerin kişisel karakter özelikleriyle bu sınıf ve katmanların kişisel karakter özelikleri neredeyse bir biriyle örtüşmektedir. Bu aynı zamanda kültürel benzeşme ve yakınlık anlamına da geliyor.

Zaten başka türlü olması da beklenemez.

Hiç kuşkusuz burada sözü edilen sıradan seçmen ve sokaktaki destekleyenler değil, ekonomik olarak bir güç olan ve iktidara oynayan toplumsal sınıf ve katmanlardır. Uzun yıllar Anadolu Kaplanları olarak tanımlanan bu taşra burjuvazisinin, iktidar mücadelesi için var ettiği ve desteklediği Erdoğan ve ekibi tam da bu sınıfın ihtiyaçlarıyla belirlenen zikzaklar çiziyor. Bir birini ret eden söylemler, politik duruşlar ve uygulamalar içine düşüyor.

Örneğin Erdoğan ve ekibinin, hükümete geldiği 2002 ile 2007 arasında, taşra burjuvazisini demokrasi söylemiyle iktidarın otağı yapmaya çalışırken, Erdoğan ve ekibinin ağzından, Avrupa Birliği ve demokrasi söylemini hiç düşmedi. Ancak 2007 seçimleri sonrası, iktidarı ele geçirmeye başladığı duraksamadan başlayarak, giderek demokrasi söyleminden uzaklaşırken, Avrupa Birliği projesini neredeyse hepten rafa kaldırdı. Bu iki dönem arasında söylemde olduğu gibi politik çizgide bir birini ret eden, bir biriyle çelişen birçok unsuru bulmak mümkün olacaktır. Bu hiç kuşkusuz, kişisel bir zaaf değil, politik olarak ulaşılan hedefler tarafından belirlenen yeni söylem ve politik hat belirlemedir.

Özellikle, Erdoğan’ın ustalık dönemi dediği dönem, taşra burjuvazisinin iktidara yerleştiği ve kıskançça bu iktidarını korumaya çalıştığı dönemi işaret ediyor. Bu dönem, yapılan açıklamalarda giderek daha çok geçmişle çelişen söylem ve politik uygulama, çizgi değişimi yaşandığını görüyoruz.

Bu aynı zamanda uluslararası alanda taşra burjuvazisinin palazlanmasının mümkün olmadığını gördüğü dönemdir de… Bunu görmesi hızlı bir çizgi değişikliğine gidilmesini kendiliğinden dayatıyordu. Pek yaratıcı olmayan bu sınıf, kültürel birikimine uygun olarak, bir anlamda geçmişi kopya çekme yöntemine gitti. Bir zamanlar büyük burjuvazinin yapmış olduğu gibi iç pazara yüklenerek, sınırsız kuralsız bir sömürüyle sermaye birikimini artırma, palazlanma yolunu seçişi yolunu seçti. Bu da, demokrasiden giderek hepten uzaklaşmak anlamına geliyordu. Buradaki mantık, en basit söylemiyle, büyük burjuvazinin demokrasi olmadan palazlanmasına hizmet eden koşulların, taşra burjuvazisi içinde devam ettirilmesi, mümkünse bunun, “Başkanlık Sistemiyle” daha kalıcı hale getirilmesi sağlanmasıdır.

Başkanlık Sistemiyle, taşra burjuvazisi faşist diktatörlük hesapları yaparak, iktidarını daha uzun ve kalıcı kılmanın yolarını arıyor. Erdoğan ve ekibi bu hesabın siyasal aktörleri olarak, sadece siyasal aktörü olarak bir anlam ve değere sahipler. Bu noktada Erdoğan ve ekibini küçümsediğim söylenebilir. Bunu söyleyecek olanlara, bunun Almanya’da Hitleri araçsallaştıran alman sermayesinin yapmış olduğundan çok da farklı bir şey olmadığını, Hitlerin o “görkemli” gücüne rağmen nasıl kullanıldığını anımsatmakla yetineceğim.

Kürt meselesindeki politik savruluşta yine aynı amaca hizmet ediyor. Büyük burjuvazinin devlet ihaleleri, kirli savaş ve devlet olanaklarını sınırsız kullanarak ulaştığı, sermaye birikimine taşra burjuvazisi de ulaşmak istiyor. Bunu kendisi içinde bir hak olarak görüyor.

Güneydoğuda, sürmekte olan çatışmalı durumun yaratığı enkaz henüz kaldırılmadan, öldürülmüş insanların cesetleri hala sokaklardan kaldırılmamışken, Sur ve diğer kasabalarda imar için projeler geliştirilmesi, bu kirli savaşın neye hizmet ettiğini çok açıkça gözler önüne sermeye yetiyor.

Bu kirli savaşta bir kazanan elbette olacaktır. Ancak, o ne yazık ki Kürtlerin söylediği gibi Kürtler, Türklerin söylediği gibi Türkler olmayacaktır. Ordu ve polise silah alamı ihalelerini üstlenen firmalarla, bu kasaba ve şehirlerdeki yıkımı ortadan kaldıracak olan inşaat firmaları olacaktır. Kuşkusuz bir diğer kazanan da, rantiyeci politikacılar olacaklardır. Onlar da, paylarına düşen komisyonları alarak bu soyguna katılacaklardır. Bu bile tek başına ikiyüzlü olmayı, kendisi ile çelişmeyi göze almaya değer bir şey yapıyor.

Bu taşra burjuvazisin palazlanma sürecinde, her demokratik hareketlilik hükümet ve Erdoğan ekibini rahatsız edecek, geçmişte söyledikleriyle çelişir tutum ve söylemler içinde olmaya savuracaktır. Akademisyenlerin imza kampanyası karşısında geliştirilen saldırgan tutum, Erdoğan ve ekibinin durduğu yeri, kimlerle yürüdüklerini muştuluyor. Bunu giderek daha açık, saklamaya hiç gerek duymadan yapanların geçmiş söylemlerini anımsaya yanaşacaklarını düşünmüyorum.

Erdoğan ve ekibinin, Ortadoğu’da deneme yanılma yöntemiyle, taşra burjuvazisi için yeni karlı sömürü alanları arama macerası hüsranla son bulunca, hızla İsrail’e dönmesine neden oldu. İsrail ile yaşanan sorunların hemen görmezden gelmesine, söylenen sözlerin çok çabuk unutularak, dostluk mesajlarına dönüşmesi, İsrail ile öteden beri var olan ticari bağlantılardır. İsrail örneğinde açıkça görüldüğü gibi, dindarlık, İslami hassasiyetler öyle söylendiği gibi çok da önemli değil. O daha çok sokaktaki adamı kullanmak, onu aldatmanın kolay yolu olarak işlev görüyor.

Burada bir parantez de kendini “İslam Aydını” olarak tanımlayanlara açmak zorundayız. İslami Modernleşmeden söz etmekten hoşlanan bu kesim, hiç de öyle söylendiği gibi, yeni bir Modernite yaratacak güç ve kapasitede olmadıklarını, güce teslim olarak göstermiş oldular. Şimdilerinde iktidarın eteğini tutarak kendilerine düşecek payı toplamakla meşguller. Öyle ki, onlarda geçmişte söylediklerini, yazdıklarını bir kenara bırakarak, sağa sola tehditler savurmaya, Erdoğan ve ekibini gözü kapalı savunmaya başladılar.

Yıllardır sistem eleştirisi yapıların, sistemle pek de sorunu olmadığı, asıl sorunun bu sistemden kendi paylarına düşenin peşinde oldukları ortaya çıktı. Sistemden nemalanmaya başlar başlamaz, sistemin giderek yozlaşmış olmasına aldırmadan, en açık ve en cesur savunucuları olmaya başladılar.

Burjuvalığını kabule dahi yanaşmayan, taşra burjuvazisinin bu ideologları, siyasal temsilcisi olan Erdoğan ve ekibiyle birlikte, gözü kapalı savunuculuğunu yaparak, faşist diktatörlüğünü kurma sürecinde ellerinden geleni yapıyorlar.

Hasan KAYA

Güre, 18 Ocak 2016 Pazartesi