Televizyon izleme oranlarının yüksek, kitap okumanın düşük olduğu bir ülkede yaşadığımızı biliyoruz. Bunu bilmek için TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) verilerine gerek yok.
Televizyon mu, kitap mı bilmek istiyorsanız biraz televizyon izlemeniz, özelikle sabrınızı biraz zorlayarak, bir tartışma programını takip etmeniz yeterli olabilir.
Kanal falan fark etmez, nasılsa tartışma programlarında hep aynı adamları, kadınları karşınızda sıralanmış bulacaksınız.
Ülkeyi bilen, dünyayı tanıdığı söylenen bu beyler bayanlar, kıt sözcük dağarcıkları ile karşınızda kekelerken siz neye uğradığınızı şaşırırsınız.
Bazen hangi cesaretle bu insanlar milyonların karşısına geçip konuşuyorlar diye kendime sorduğum olmuyor değil.
İnsan biraz utanır.
Utanan yok.
Her yerde o bilmeyenler en çok konuşanlar, hiç sevmeyenler en çok seven, sokağa çıkmayan korkaklar hep en önde koşanlar olduklarını söylüyorlar. Bir de; her yerde kaşımıza çıkan, o aylak Oblomov hep emekten söz ediyor çok yorulduğunu söylüyor.
İki yüzlülük her yerde.
Küçük burjuva köylü iki yüzlüğü bu. Kendi çıkarını kıskançça savunan, başkalarını hiçe sayan…
Okumuşluğu, elinin kalem tutması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Sınıfının doğal kabul ettiği davranıştan milim şaşmıyor, bildiğini okuyor.
Oturduğunuz yerden bütün bunları göremiyor, farkına varamıyorsak, o büyük alt oluşun bir sonucudur bu. Hızlı şehirleşme köy, şehir ayrımı giderek silikleşirken bütün o büyük şehirlerin hepsi, yıldızları göremeyen kocaman birer köye dönüşüyor.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, kapitalist küresel sermaye boş durmuyor. O da kendi kültürünü dayatıyor. Kapitalist sermayenin her şeyi nesneleştirerek paraya çevirme isteği karşısında, iki yüzlü küçük burjuva köylülerin yaşadığı büyük açmaza tanıklık ediyoruz.
Bir yandan kendini aç gözlü bir iştahla, kapitalist küresel sermayenin kollarına bırakmak, onun nimetlerinden yararlanmak için can atarken, diğer yandan geleneğin o paslı zincirini elinden bırakmak istemiyor.
Bu yüzden onu siyasetin, ticaretin bütün alaveresi, dalaveresi içinde gördüğümüz gibi, Cuma Namazında tespih çekerken de görmek mümkün oluyor. Aç gözlü bir alçaklıkla, kendini iktidara yamayan, onun her türden yolsuzluğunu savunarak zenginleşmenin kapılarının kendisine de açılmasını beklerken; “komşusu açken, tok yatan bizden değildir” diyerek nutuk atabiliyorlar.
Bunların her fırsatta; “dini değerler” diye karşımıza çıkardıkları, kırın geleneksel kültüründen başka bir şey değil. Kırın geleneğini, alışkanlıklarını, davranış biçimlerini bir bütün olarak kültürünü “din” olarak şehirde yaşatmaya var etmeye çalışırken, şehre ihanet ederek, şehrin tüm nimetlerinden, zenginliklerinden yararlanmaya çalışıyorlar.
Bu “ne serden, ne yardan geçerim” anlayışı son derece şiddetli bir kimlik çatışması içine onları çekerken hızla kimliksizleşmeyi de beraberinde getiriyor, kendileriyle birlikte bütün toplumun yozlaşmasını hızlandırıyorlar.
Bundan dolayı, insanın insanla, insanın toplum, insanın doğa, ve çevreyle ilişkilerini bir yere koymakta zorlanıyoruz. O bildiğimiz sevgi, sevgi değil çoktandır, o aşk, aşk değil. Gelenekçi olma savıyla daha çok nesnelleştirilmiş ilişkiler, duyarlıklar yaşıyoruz. O arkadaşlıklar, dostluklar bundan bu kadar güçsüz, bu kadar yalan…
Bütün bildiğimiz ilişki biçimleri yeniden bu kimliksizlik ve/veya yoz kimlik üzerine kuruluyorken hayatı tadı tuzu hepten kaçıyor…
Hasan KAYA
1 Eylül 2014 Pazartesi