Yıllarımı Batı’da geçirdim. O yıllar boyunca karşılaştığım onlarca insan, yaşadığım kentler, soluduğum kamusal alanlar ve yürüdüğüm sokaklar boyunca çok az kimseyi kendi ulusal kimliğini dile getirirken duydum. Ne bir Fransız, ne bir Alman, ne de bir İngiliz durup dururken “Ben Fransızım” ya da “Ben Almanım” deme ihtiyacı hissederdi. Oysa Türkiye’ye döndüğümde, bu ifade neredeyse bir selamlaşma ritüeli gibi tekrar tekrar yankılanıyor: “Biz Türk milletiyiz.” Bu sürekli kendine dönme, kendi varlığını yüksek sesle yeniden onaylama ihtiyacı beni hep düşündürmüştür. Nedir bu kimlik vurgusunun kaynağı? Neden biz, ulus olma halini hâlâ bu kadar telaffuz etme gereği duyuyoruz?

Her seferinde bu sorunun yanıtını, bir düşünsel duraklama anında, belki de daha derinine inemediğim için, “Türkiye henüz uluslaşma sürecini tamamlayamadı” cümlesiyle veriyorum. Bu kısa cümle, aslında uzun ve sancılı bir tarihsel sürecin izlerini taşır. Evet, Türkiye bir ulus-devlet kurmuştur. Ama bu devleti taşıyan ulus, hâlâ olmakta olan bir şeydir; tamamlanmış bir yapı değil, süreğen bir inşa halidir. Tıpkı bir binanın iskeletiyle yaşamın sıcaklığı arasında kurulması gereken köprünün hep eksik kaldığı o tuhaf durum gibi.

Geciken Uluslaşmanın Sessiz Panik Hali

Ulus, modernliğin çocuğudur. Ernest Gellner’in ifadesiyle, uluslaşma süreci, tarımsal toplumlardan sanayi toplumlarına geçişin zorunlu ürünüdür. Okullaşma, bürokratik merkezileşme, dilin standartlaşması, ve ortak bir tarih anlatısının kurulması yoluyla bireyler “aynı ulustan” olduklarına ikna edilirler. Bu, rastlantısal bir toplumsal evrim değil, bilinçli ve politik bir projedir.

Benedict Anderson’ın kavramsallaştırmasıyla, ulus bir “hayali cemaat”tir: Birbirini hiç tanımayan milyonlarca insanın, kendilerini ortak bir aidiyet duygusuyla bağlı hissettikleri bir topluluktur bu. Oysa Türkiye’de bu hayal, bir türlü tam anlamıyla kurulamadı. Ne tarih anlatımız ortak, ne dilimiz tek, ne de acılarımız birbirine benziyor. Bunun yerine, ortak olmayanın bastırılmasıyla oluşturulan bir “ortaklık yanılsaması” var.

Uluslaşma sürecine geç giren ülkelerin çoğunda olduğu gibi, Türkiye’de de ulusal kimlik yalnızca bir kimlik değil, bir proje, bir görev, bir seferberlik halini aldı. Türk kimliği, yalnızca aidiyet ifade etmedi; aynı zamanda bir yükümlülüğü, bir militanlığı, bir savunma refleksini de içerdi. Bu nedenle Türkiye’de kimlik, sessiz bir kabul değil, yüksek sesli bir deklarasyondur. Her seferinde yeniden söylenir çünkü her seferinde yeniden inşa edilmeye muhtaçtır.

Türk ve Kürt Uluslaşmaları: Aynı Geçmişin Aynadaki Çatlağı

Bu durum yalnızca Türkler için değil, Kürtler için de geçerlidir. Türkiye’de hem egemen hem bastırılan kimlikler, ulus olamamanın farklı veçhelerini yaşar. Türkler, çoktan olmuş sayıldıkları bir ulusun hâlâ neden kırılgan olduğunu anlayamazken; Kürtler, hâlâ olamamış bir ulusun yasını tutar ve hayalini kurar.

Kürt ulusal bilinci, özellikle 1980’lerden sonra giderek kurumsallaşmaya ve entelektüel düzeyde derinleşmeye başladı. Ancak bu, Türk kimliğinin savunma refleksini daha da yoğunlaştırdı. Çünkü Türkiye’nin kuruluş kodları, etnik çoğulluğu bir zenginlik değil, bir tehlike olarak kurgulamıştı. Ayşe Kadıoğlu’nun vurguladığı gibi, laiklik, üniter devlet ve Türk kimliği üzerine kurulu bu kurucu üçlü, alternatif kimlikleri doğrudan sistemin varlığına tehdit olarak görmüştür.

Kimlik, Ses ve Felsefi Bir Soru

Burada bir durup, kimliğin doğası üzerine felsefi bir soruyla devam etmek isterim: Bir kimlik, neden sesli olmak zorundadır? Neden dile gelmeden var olamıyormuş gibi davranır? Heidegger, “dil varlığın evidir” derken, varoluşun ancak dile gelerek açıldığını ima eder. Ama kimlik, varlığın değil, varlık üzerine inşa edilmiş bir yorumdur. Yani kimlik, dile gelmekle meşrulaşır ama suskunlukla da yerleşir. Batı’da kimlik suskundur çünkü yerleşmiştir. Türkiye’de gürültülüdür çünkü hâlâ yerdedir, yerleşmemiştir.

Bu bağlamda Türkiye’de “Türküm” demek, yalnızca bir aidiyet belirtisi değildir. Aynı zamanda bir mücadele çağrısı, bir tehdit algısının ifadesi, bir kimlik kuşanma halidir. Bu kuşanma, her seferinde yeniden tekrarlanmak zorundadır çünkü kimlik, bir kez kurulup rafa kaldırılan bir şey değildir; özellikle inşa süreci eksik kalmışsa, sürekli yeniden üretime muhtaçtır.

Demokratik Ulus ve Eşit Yurttaşlık

Türkiye’nin temel çıkmazı, ulusu etnik kimlik üzerinden kurmuş olmasıdır. Oysa modern demokratik ulus anlayışı, siyasal aidiyeti esas alır. Yani ulus, “aynı kandan gelenlerin” değil, “aynı haklara sahip olanların” topluluğudur. Bu geçiş, sadece bir siyasal reform meselesi değil, aynı zamanda bir zihniyet devrimidir.

Türkiye’nin yapması gereken, artık kendini etnik homojenlik üzerine değil, çoğulluğun tanınması ve eşit yurttaşlık hakları temelinde tanımlayan yeni bir ulus tahayyülünü benimsemektir. Bu tahayyül, yalnızca Kürtlerin varlığını tanımak değil, Türk kimliğini de yeniden tanımlamak anlamına gelir. Çünkü gerçek güven, bastırmadan değil, tanımaktan doğar.

Sonuç Yerine: Ulusu Sessizce Düşünebilmek

Ulus olmak, her sabah yüksek sesle tekrar edilmesi gereken bir dua değildir. Asıl olan, bu aidiyetin, eşitlik ve özgürlük temelinde sessizce içselleştirilebilmesidir. Türkiye’nin gürültülü ulus söylemi, bu sessizliğe henüz ulaşamamış olmasının ifadesidir. Yolumuz uzundur; ama belki de tam da bu nedenle felsefenin, edebiyatın, sosyolojinin ve siyasetin iç içe geçtiği bir düşünsel cesaretle ilerlemek gerekir.

Ulus, hayal edildikçe değil, haklar üzerinden kurulduğunda gerçeğe yaklaşır. Kimlik, bastırılarak değil, tanınarak sessizleşir. Belki de bu sessizlik, ulus olmanın en olgun hali olacaktır.


Kaynakça:

  • Gellner, Ernest. Nations and Nationalism. Oxford: Blackwell, 1983.

  • Anderson, Benedict. Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism. London: Verso, 1983.

  • Kadıoğlu, Ayşe. “The Paradox of Turkish Nationalism and the Construction of Official Identity.” Middle Eastern Studies 32, no. 2 (1996): 177–193.

  • Gökalp, Ziya. Türkçülüğün Esasları. 1923.

  • Heidegger, Martin. Letter on Humanism. (1947).