İdeolojik tahakküm, her ne kadar güçlü ve yaygın görünse de asla mutlak değildir. Her hegemonik sistem, kendi çelişkilerini içinde taşır. Rıza, sürekliliği olan bir şey değil; kırılgan ve koşullara bağlı bir üretim sürecidir. Bu yüzden hiçbir düzen, sonsuza kadar gönüllü itaatle yönetilemez. Yaşamın içinde büyüyen eşitsizlikler, adaletsizlikler ve çelişkiler; bir noktada rızayı aşındırır. İnsanlar, anlatılan hikâyeyle yaşadıkları hayat arasındaki uçurumu fark ettiklerinde, meşruiyet zemininde derin çatlaklar oluşur.

Her ideolojik aygıt, işlevini sürdürebilmek için gerçekliği bir biçimde maskelemek zorundadır. Fakat gerçeklik, baskılanamaz bir direnç taşır. Örneğin eğitimle “başarı” vadeden bir sistem, milyonları diplomalı işsiz haline getirdiğinde; medya sürekli “refah” anlatırken halk yoksulluğa mahkûm edildiğinde; ya da din, adaleti öbür dünyaya erteleyip bu dünyadaki çürümüşlüğe sessiz kaldığında, inşa edilen rıza yerini sorgulamaya bırakır. Sözün gücü azalır, çünkü hayat konuşmaya başlar. Bu konuşma, çoğu zaman ilk olarak sessizlikle başlar: bir tür huzursuzluk, yabancılaşma, kabuğuna çekilme… Ardından örgütsüz öfke gelir, sonra da yönünü bulan bir direniş.

Tarihsel olarak bu süreç defalarca yaşanmıştır. 1968’de Paris’teki üniversite gençliği, sadece bir kuşak başkaldırısı değil; aynı zamanda ideolojik rızanın çözülüşünün ifadesiydi. Eğitimin, refahın ve özgürlüğün vaat edildiği bir toplumda, gençler bu vaatlerin sahici olmadığını fark ettiklerinde sistemle aralarındaki gönüllü bağları kopardılar. Benzer şekilde Arap Baharı’nda, yıllarca medya ve din aracılığıyla meşrulaştırılan otoriter rejimler, küçük bir kıvılcım karşısında çöküşe geçti. Bu çöküş, yalnızca siyasal bir zayıflama değil; ideolojik kontrolün iflasıydı. Halk, artık inanmıyordu. Rıza çekildiğinde, hiçbir liderin, hiçbir sistemin ayakta kalma şansı yoktur.

Direniş ise bu çözülüşün doğal sonucudur. Ama kendiliğinden ve otomatik bir doğuş değildir. Rıza geri çekildiğinde ortaya çıkan boşluk, ya yeni bir egemenlik biçimiyle doldurulur ya da halk kendi iradesini örgütler. Bu yüzden her rıza krizinin ortasında bir kavşak vardır: ya düzen yeniden şekillenir ya da devrimci bir imkân doğar. Bu imkânın gerçekleşebilmesi için yalnızca öfke değil, örgütlenmiş bilinç gerekir. Çünkü tahakküm sadece çökmekle sona ermez; yerine neyin kurulacağı, yeni tarihin yönünü belirler.

Direniş, sadece fiziki bir başkaldırı değildir; düşünsel ve kültürel bir kopuş sürecidir. İnsanlar, yıllarca içselleştirdikleri kavramları, değerleri, sembolleri sorgulamaya başlar. Bu sorgulama, yeni bir dilin, yeni bir yaşamın ve yeni bir siyasetin zeminini oluşturur. Çünkü halk sadece itaat etmez; zaman geldiğinde düşünür, reddeder ve yeniden kurar. Direnişin doğuşu, halkın kendisini yeniden tanımlama iradesidir.

Rıza çözüldüğünde, lider yalnızlaşır; iktidar savunmaya geçer; ideolojik aygıtlar inandırıcılığını yitirir. Fakat bu an, tehlikeli olduğu kadar umut vericidir. Çünkü halk artık sadece susturulması gereken bir kitle değil; tarih yazan bir özneye dönüşür. Sistemin kalıcılığına duyulan inanç sarsıldığında, geleceğin yönü de yeniden çizilebilir. İşte o zaman, halk susmaz; konuşur. Ve konuştuğunda, yalnızca mevcut iktidara değil, tüm tahakküm biçimlerine karşı söz alır.

Çünkü her gerçek direniş, sadece bir düzene değil, o düzenin aklına da karşı çıkar. Rızanın çözülmesi, yalnızca bir çöküş değil; aynı zamanda yeni bir inşanın başlangıcıdır.

Hasan KAYA
12 Nisan 2025, Pazar