Çocuklar ölünce mi insan oluyoruz?

Sahilden iskeleye yürüyorum, adım başı, sahile vurmuş portakal rengi can yeleği. Havası kaçmış yarısından fazlası sahilde, kumların üzerinde bir şişirme bot. Kaç kişi yaşamını yitirdi bu bot havasını kaçırınca, kaç çocuk öldü…

Her an, bir çocuk cesedi ile karşılaşacağım diye korkuyorum, sahile daha fazla bakamıyorum.

Körfezin mavi yeşil suları, gece karanlık bir kefen oluyor, üstünü örtüyor ayıplarımızın.

Deniz kıyısında kadınlar sabah yürüyüşünde, toplanmış can yeleklerini konuşuyorlar. Deniz Kafeterya’da öyle… Kahvenin acısıyla buluşuyor anlatılanlardaki acı; “ağız tadıyla içirmediler kahveyi” diye söyleniyorum kendi kendime.

Garson; “abi sen de gördün mü, ne çoktu öyle” diyor… bir şey demiyorum, göz geze geliyoruz, çekip gidiyor…

“Bu soğukta, hem de bu soğukta, bu denizde nereye gidilir” diyor biri.

“Ne yapsınlar” diyor bir başkası…

Öğretmen emeklisi, her şeye muhalif, olan Hüseyin Hoca, “evlerini başlarına yıktık, evsiz bıraktık, aşsız bıraktık, memleketin itine, kopuğa muhtaç ettik adamları giderler tabi” diyor…

“Hocam ama…” diyecek oluyor karşısında oturan.

Parlıyor Hüseyin hoca… “Ne âmâsı ne aması… İçine ettiniz âmâlarınızla bu memleketin” diyince az öncekinden daha derin bir sessizlik oluyor. Kimse çayını karıştırmıyor, kahve fincanına uzanıp dudaklarına götüren çıkmıyor. Havada soğuk bir sessizlik öylece asılı kalıyor…

O sessizliği açılan kapının gıcırtısı bozuyor. Gelen adam kapıyı kapar kapamaz, sessizliğe bırakıyor sesini. “Jandarma gelmiş, sahilde bir kadın cesedi var… Mülteci galiba diyorlar…”

Hepten buz kesiyor kafeteryanın içi. Ama “bir çocuk” demediğine sanki seviniyoruz. Bir kadın, bir erkek, bir yetişkin olması sanki normalmiş gibi geliyor bize. Çocuklar ölünce mi insan olduğumuzu anlıyorduk…

Biri ikisi, “ne tarafta” diyerek, sessizce olay yerini öğrenmeye çalıştı, hazırlandılar, az sonrada çıkıp gittiler. Onlar kapıdan çıkarken, Hüseyin Hoca bir şey der diye bekledim, ama başını sallamakla yetindi.

Meraklıydık bir de, illa gidip göreceğiz. Bütün suçluların yaptığı gibi, olay muhlinde görünmeden edemiyorduk. Kabul etmesi ne kadar zor olursa olsun, bu ülkede yaşanan, bu ülkenin sebep olduğu her acıdan, her günahtan biz de sorumluyduk. Her şeyden, herkes kadar bizde suçluyduk. Bazen açıktan destek verdiğimiz için suçluyduk, bazen görüp sustuğumuz için, bazen âmâlarımızla suçluyduk.

Geçen balık almak için, başına toplandığımız, balıkçı anlatıyordu, “denize açılmaya, balığa çıkmaya korkuyoruz, açıklarda her yer can yeleği” diyordu. Her an bir cesetle, bir çocuk, bir kadın cesediyle karşılaşmaktan korktuklarından, her gördükleri can yeleğine yönelmekten çalışamadıklarını anlatıyordu. “En çok kadınlar ölüyor, en çok çocuklar. Çünkü erkekler iyi kötü yüzme biliyorlar”

Balıklarını alan, kadın “ne yapacaksın kader” diyince balıkçı, “öyle deme ablam, ne kaderi, can yeleklerini kim satar buralarda bilen biliyor, o şişirme botlar nereden alınır, kim tahmin eder o da biliniyor, önüne geçilmez bir şey değil…”

Bilerek ölüme gönderiliyor insanlar demeye getiriyordu. Bilerek, çıkılan yolda kader yolu oluyordu…

Hasan KAYA