Cumhuriyet, yalnızca bir yönetim biçiminin adı değildir; tarihle, sınıfla, bellekle ve hakikatin kendisiyle kurulan bir ilişkinin adıdır. Bu sözcük bizde, kimi zaman kutsal bir emanetin örtüsüne, kimi zaman da içindeki çelişkileri saklayan bir perdeye dönüştü. Kimi, söylemeden karşı çıkar; kimi de onu bu toprakların en büyük kazanımı diye anar. Oysa “cumhuriyet nedir?” diye sormak, bir tanım aramak değil; kavramın sınırlarını, toplumun onunla kurduğu alışkanlığı ve belleğini sorgulamaktır.
En yalın anlamıyla cumhuriyet, egemenliğin halktan kaynaklandığı bir düzendir. Bu tanım, monarşinin karşısında durur; çünkü monarşi, yetkinin bir elde toplandığı, hesap verilebilirliğin dışlandığı bir iktidar biçimidir. Ne var ki tarih gösterir: Biçim, özün yerini tutmaz. İktidarın kaynağıyla, o iktidarın ne için kullanıldığı aynı şey değildir. Meşrutiyet, bu gerilimin örneğidir; seçim vardır ama yetki tekelde toplanır, hukuk zaman zaman askıya alınır, güç odakları iç içe geçer. Biçim değişir, ama öz (yani egemenliğin kimde toplandığı) çoğu kez yerinde kalır.
Cumhuriyetin üstünlüğü, çağın aklına daha uygun bir biçim sunmasındadır. Yine de tarihin bize öğrettiği, biçimin tek başına kurtuluş getirmediğidir. Bir yönetim seçimle işbaşına gelse bile, eğer iktidar ilişkileri, sınıfsal dengeler, bürokratik ve askerî hiyerarşiler halkın iradesinin üstünde duruyorsa, o rejim gerçek anlamda demokratikleşemez. Cumhuriyet, bir “elbise” gibidir; ama kumaşın niteliği, dikişin nereden geçtiği, onu taşıyan bedenin yapısıyla ilgilidir. Dolayısıyla cumhuriyetin duruşunu, ona eklenen, “birinci”, “ikinci”, “ileri demokrasi” gibi sıfatlar değil, devletin niteliği belirler.
Devlet, diğer bütün toplumsal kurumlardan farklı olarak, zor kullanma gücünü elinde bulunduran bir örgüttür. Yasa koyar, uygulatır, cezalandırır; ordu, polis, mahkeme, hapishane gibi aygıtlarla düzeni sürdürür. Bu aygıtların kime hizmet ettiği, hangi çıkarları koruduğu, hangi hafızayı öne çıkarıp hangisini susturduğu, devletin gerçek yüzünü gösterir. Cumhuriyet, bu aygıtların çerçevesini belirler; ama iç işleyiş, sınıf ilişkilerinin, sermaye birikiminin ve ideolojik üretimin nasıl örgütlendiğine bağlıdır. Bir cumhuriyetin kimden yana olduğu, bu aygıtların kimin sesini bastırdığına bakılarak anlaşılır.
Cumhuriyet, yalnızca bir hukuk düzeni değil, aynı zamanda bir gelecek düşüdür: yurttaş, ulus, hak, görev, laiklik gibi kavramlarla örülmüş yeni bir ortak dil. Bu dil kimi zaman özgürleştirir, kimi zaman tek tipleştirir. Çünkü hangi hikâyelerin anlatılacağına, hangi anıtların dikileceğine, hangi tarihin öğretilip hangisinin unutturulacağına yine devlet karar verir. Cumhuriyet, seçim hakkını düzenlediği kadar, görünürlük hakkını da belirler. Ortak yaşamın hangi yüzlerinin sahneye çıkacağına, hangilerinin karanlıkta kalacağına o karar verir.
Türkiye’de bu mesele daha da katmanlıdır. Genç bir cumhuriyet olarak bizde, kuruluşun sancıları, savaşların ve göçlerin yarattığı toplumsal kırılmalar, modernleşme projelerinin eşitsiz dağılımı, cumhuriyetin hem gücünü hem de sınırlarını belirledi. Cumhuriyet, bir yandan yeni bir kamusal alan açtı; öte yandan taşranın, yerelin, etnik ve inançsal farkların üzerini örttü. Bu nedenle Türkiye’de cumhuriyet, hem bir kazanım hem de bitmeyen bir mücadeledir. Bir yüzü ilerleme, diğer yüzü bastırmadır.
Peki cumhuriyet demokratikleşirse ne olur? Bu soru, ideallerin yaşama geçip geçemeyeceğini sorgular. Demokratik bir cumhuriyet, yalnızca serbest seçimlerin varlığı demek değildir. Eşitsizliklerin azaltılması, emekçinin hakkının korunması, eğitimin ve sağlığın erişilebilir olması, hukukun üstünlüğünün sağlanması, temsilin çoğulcu kılınması, söz ve düşünce özgürlüğünün korunması gerekir. Demokrasi, yalnız sandıkta değil; sokakta, işyerinde, okulda, yargıda, gündelik hayatta kurulmalıdır.
Halkın sesi, yaşamın her alanına sızmadıkça cumhuriyet gerçek anlamına kavuşmaz.
Yine de: En kötü cumhuriyet, en iyi monarşiden iyidir.
Bu söz, ağır ama doğru bir gerçeği dile getirir. Çünkü cumhuriyette, iktidarın meşruiyeti sorgulanabilir; hesap sorma olanağı, her ne kadar zayıf da olsa, vardır. Bu olasılık, halkın tarihsel umududur. Ancak kapı aralanınca içerinin adil olacağı sanılmamalıdır. Eşitlik, kendiliğinden doğmaz; iktidar, mücadeleyle dengelenir.
Cumhuriyetin gerçek kurtuluşu, biçimlerin değil, özün dönüşmesindedir.
Bu da yalnızca yasal değişikliklerle değil, sınıf ilişkilerinin, ekonomik yapının, kültürel iktidar aygıtlarının dönüştürülmesiyle mümkündür. Gerçek cumhuriyet, halkın kendi gücünü, kendi sözünü, kendi birliğini kurabildiği yerdedir.
Sonunda “Cumhuriyet nedir?” sorusu, “Kimin cumhuriyeti?” sorusuna dönüşür. Yanıt, hangi hakikatin yanında durduğumuzla, hangi halkla yan yana yürüdüğümüzle ilgilidir. Cumhuriyet, eğer halkın yanında duracaksa, yalnızca bir yönetim biçimi değil; eşitliğin, adaletin ve belleğin özgürce konuşabildiği ortak bir alan olmalıdır. Aksi halde, adı yaşar ama ruhu yiter, boş bir elbise gibi, biçimi var ama canı yoktur.
Hasan KAYA
29 Ekim 2004











