İktidarın gündelik siyaset diliyle toplumsal dokuyu örme biçimi arasında uzun zamandır göz ardı edilmemesi gereken derin bir uyumsuzluk hüküm sürüyor. Söylemlerinde sürekli “aile”yi kutsayan, “toplumsal değerler”i yücelten bu yapı, gerçekte ne aileyi bir toplumsal özerklik alanı olarak kabul ediyor ne de değerleri toplumun kendi iç dinamiklerinden doğan zengin bir çeşitliliğin ifadesi olarak benimsiyor. Tam tersine, tüm bu kavramlar belirli bir siyasal tasarının biçimlendirici araçlarına dönüştürülüyor. Burada savunulan “aile” de, “değerler” de, özgür bir toplumun organik parçaları olmaktan çok, merkezî bir denetimin, siyasal bir yönlendirmenin ve ekonomik çıkarların yeniden üretiminde kullanılan birer aygıttır.
Aileye yapılan bu sürekli vurgu, çoğu zaman, iktidarın elinden kaçan toplumsal çözülmeye karşı, kendi meşruiyetini kurtarma çabasının simgesidir. Çünkü “çözülme” olarak tarif edilen olgu, çoğu zaman resmî düzenin dışında şekillenen, denetlenemeyen yaşam biçimlerinin ve ilişkilerin görünür hâle gelmesinden başka bir şey değildir. Modern yönetim aygıtlarının çoğu, bu görünürlükleri birer tehdit olarak kodlar. Ne zaman ki bu çözülme, iktidarın kafasında kurduğu sabit toplum tasavvurunun sınırlarını aşar; o zaman “mukaddes aile” yeniden sahneye çağrılır.
Ancak burada tasvir edilen aile, bir sığınaktan çok bir sınırdır. İktidar için aile, çatlakları örten bir harç değil, o çatlakları bastırmanın aracıdır. Kadının emeğini görünmezleştiren, çocuğu edilgenleştiren ve erkeği evin ve düzenin bekçisi hâline getiren bu model, yalnızca bir toplumsal düzen önermesi değil, aynı zamanda bir mikro iktidar biçimidir. Ev içi yaşam, bu anlayışta siyasetin en küçük birimine indirgenir. Devletin hâkimiyet biçimi, haneye taşınır. Böylelikle iktidar, kamusal alandaki denetimini yitirdikçe, özel alanlara, en mahrem alanlara doğru yayılmaya çalışır.
Bu yönelim, sadece ahlaki bir kaygının değil; doğrudan bir tahakküm biçiminin ifadesidir. AKP’nin muhafazakârlığı, geçmişi korumaktan çok, geçmişi bugünün üzerine örtme çabasıdır. Burada muhafazakârlık, dönüşüme direnen bir gelenek değil; dönüştürmeyi engelleyen bir tahakküm dilidir. Bu dilin içinde aileye yüklenen anlam, ne tarihsel ne de sosyolojik olarak hakiki bir karşılık bulur. Çünkü aile, durağan bir yapı değildir. Tarih boyunca farklı toplumlarda, farklı ekonomik biçimlenmelerde ve kültürel örgütlenmelerde farklılıklar göstermiştir. Ailenin her toplumda, her dönemde tek biçimli, yekpare ve değişmez bir kurum olduğunu varsaymak; toplumsal yaşamın doğasını inkâr etmektir.
Tam da bu nedenle, iktidarın “geleneksel aile” vurgusu gerçekte gelenekten değil, onu yeniden üretme çabasından beslenir. Bu, geçmişe dair idealize edilmiş bir şablonun, bugünkü toplum gerçekliğinin üzerine kalıp gibi bastırılmasıdır. Ne var ki toplum, bu sabit kalıpları aşındıran bir canlılığa sahiptir. Aile dediğimiz yapı, çözülmenin değil, yeniden kurulmanın mekânıdır. Eğer bir değişim yaşıyorsa, bu çürümenin değil, arayışın işaretidir. Sosyolojinin temel sezgisi de budur: Toplum, değişimdir; aile de bu değişimin aynasında biçim alır.
Ancak siyasal iktidarın bu dönüşüme verdiği karşılık, daha çok değer, daha çok ahlak, daha çok norm çağrısıdır. Her yeni çağrı ise, çözülmenin karşısına üretken bir seçenek koymaz; yalnızca çözülmeyi ötelemeye, bastırmaya çalışır. Bu, sabitlik saplantısı içinde üretilmiş tekrarın diliyle toplumun karmaşık yapısını yönetmeye çalışmak demektir. Oysa tekrar, çözüm değil; donuştur. Toplumun iç dinamiklerini bastırarak sağlanmaya çalışılan istikrar, gerçekte kırılganlıktan başka bir şey üretmez.
Bu durumun arkasında, belirli bir sınıfsal çıkar örgüsü yatar. Toplumu sabitlemek isteyen bu siyaset biçimi, kendi sınıfsal taşıyıcısının toplumsal konumunu koruma derdindedir. AKP iktidarı, Anadolu’nun taşra sermayesini merkezle buluşturarak büyüyen yeni bir sınıfın temsilcisidir. Bu sınıf için aile, sadece bir ahlak zemini değil; ekonomik düzenin dayanağıdır. Aile, ucuz emeği yeniden üreten bir mekân, disiplini sağlayan bir iç yapı, itaati örgütleyen bir iktidar alanıdır. Bu sınıfın siyasal hedefinde aile, sendikasız işyerlerinin ideolojik gerekçesi; dayanışmanın değil itaate dayalı iş düzeninin temelidir.
İşte bu yüzden işyerinde hak arayan işçiye kapısını kapatanlar, evdeki itaati yücelten bir söyleme dört elle sarılır. Kamusal alanda toplumsal hakları bastıranlar, özel alanda “namus”u kutsallaştırır. Bu ikilikte toplumsal çelişkiler silinir, sınıfsal gerilimler kültürel örtülerle perdelenir. Fakat bu perde kalınlaştıkça, toplumsal çözülme de derinleşir. Çünkü insanlar arasındaki bağlar, özgürlük temelinde kurulmadıkça kalıcı olmaz. Zorla kurulan her düzen, kendi çelişkilerini çoğaltır.
Bugün toplumda artan yalnızlık, gençlerin geleceksizlik duygusu, kadınların hayatlarını daraltan ahlakî baskılar ve çocukların bastırılmış merakları; bu çelişkilerin sıradanlaşmış sonuçlarıdır. Ailenin içine kapanan, kamusal alanı terk eden, her farklılığa karşı savunmaya geçen bir toplumsal yapının üretilebildiği tek şey; korkudur. Oysa değerler, ancak özgürce karşılaşmalarla anlam kazanır. Ahlak, ancak toplumsal eşitlik içinde filizlenir. Ve aile, ancak hak temelli ilişkiler içinde bir anlam taşır.
Bugün giderek daha fazla “aile” vurgusu duyuyorsak, bu toplumun direncinden değil; iktidarın korkusundandır. Çünkü dağılmakta olan şey, daha sıkı tutulmak istenir. Ve bu sıkı tutuş, çoğu zaman çöküşün kendisidir. AKP iktidarının aileye bu denli sıkı sarılması, çözülmeye karşı bir savunma değil; çözülmenin kendisidir. Toplum, kendi yolunu arıyor. Belki de ilk kez, ailenin dışına taşan bir yolculuğa hazırlanıyor. Bu yolculukta yeni karşılaşmalar, yeni değerler ve belki de başka bir birliktelik biçimi filizleniyor.
Ve belki de en çok şimdi, gerçek bir toplumsallık ihtimali beliriyor.
Hasan KAYA
31 Temmuz 2025, Perşembe