Bir miras, yalnızca malların, paraların, evlerin ya da borçların ardında bıraktığı bir zincir değildir. Asıl miras, insanın içini saran görünmez yüklerden, geceleri uykusunu delen hayaletlerden, ataların suskun bakışlarından örülür. Miras, bazen bir taşın ağırlığı gibi omuzda, bazen bir rüyanın bulanık görüntüsü gibi zihinde, bazen de hiç kapanmayan bir yara gibi kuşakların içinde sürüklenir. Dostoyevski’nin kahramanları, babalarının gölgeleriyle boğuşurken hep bu görünmez mirası taşırlar; suç ile kefaret, sevgi ile nefret, bağlılık ile isyan arasındaki o ince çizgide gezinirler. Tıpkı Karamazov Kardeşler’de olduğu gibi: baba, oğulların bilinçlerinde bir mezar taşıdır; ne kadar uzaklaşsalar da omuzlarından inmez, ne kadar bağırıp çağırsa da içlerinden susmaz.

Zaman, bu mirasın başka bir yüzüdür. Zaman yalnızca ilerleyen bir takvim değildir; zaman, Kafka’nın labirentinde kapıların ardında bekleyen, hep erişilemeyen ama sürekli varlığıyla nefesimizi kesen bir gözetmendir. Bir nesil, diğerine devrederken yalnızca yaşanmışlıkları değil, aynı zamanda kırılmış saatleri, yarım kalmış cümleleri, tamamlanmamış düşleri de bırakır. Kuşaklar, yalnızca kan bağıyla değil, tamamlanmamışlıkların zinciriyle birbirine bağlanır. Oidipus’un gözleri kör olduğunda, aslında yalnızca kendi yazgısına değil, ondan önceki kuşakların sessizce işlediği suçlara, suskunluklarla örülmüş kaderlere körleşir.

Miras ile zaman arasındaki bu çatışmada, kuşakların birbirine açtığı yaralar derinleşir. Bir baba, oğluna yalnızca ekmek değil, aynı zamanda işlenmemiş suçların gölgesini de bırakır. Bir anne, kızına yalnızca sevgiyi değil, aynı zamanda suskunluğu, korkuyu, toplumsal yasakların zincirini de aktarır. Ve çocuk, bu mirasla büyürken hem sadık bir mirasçı hem de isyankâr bir hırsızdır: mirası kabul ederken ona ihanet eder, onu taşırken parçalar. İşte Marx’ın sınıflar arasındaki çatışmada gördüğü şey, aile içinde de vardır: görünmez bir mülkiyet savaşı, sevgi ile nefretin iç içe geçtiği bir iç hesaplaşma.

Geceyi bölen bir düşte, kuşakların yüzleri birbirine karışır. Bir odada dedenin bastonu ile torunun oyuncak ayısı yan yana durur; zaman birbirine düğümlenir. Aynı sofrada üç kuşak oturur ama kimse aynı dili konuşmaz: biri geçmişin kelimeleriyle fısıldar, diğeri şimdinin sloganlarıyla bağırır, öteki ise geleceğin dilsiz işaretleriyle susar. O sofranın üstünde ekmekler bayatlamış, şarap ise sirkeye dönmüştür; fakat kimse kalkmaz, çünkü zincir kopmaz.

Dostoyevski’nin kahramanları geceleri kendi babalarının hayalini görürken, biz de toplumsal babaların gölgesinde uyanırız: devletin soğuk eli, mahkeme salonlarının ağır duvarları, yasaların suskun buyruğu… Hepsi mirasın başka yüzleridir. Miras yalnızca kan bağıyla değil, aynı zamanda baskının zincirleriyle de kuşaklar arasında dolaşır. Kafka’nın mahkeme salonları, yalnızca bireyin değil, bir kuşağın öteki kuşağa devrettiği korkunun mekânıdır.

Gerçek üstü sahneler zihnimizde dolaşır: bir şehirde bütün saatler aynı anda durur; dedeler, torunlarının yüzünde kendi gençliğini görür; anneler, kızlarının dudaklarında kendi suskunluklarını duyar. Zaman çarpılır, miras katılaşır, kuşaklar birbirine çarpar. Bir düşte Oidipus gözlerini kapatırken, aslında bizden sonraki kuşağın gözlerini de karartır. Bir başka düşte Marx, kalabalık bir meydanda konuşurken, kalabalığın arasında yalnızca işçiler değil, aynı zamanda gelecekte doğacak çocuklar da vardır; hepsi mirasın ağırlığını sırtlarında taşırlar.

Kuşak çatışması, yalnızca bir isyan değil, aynı zamanda bir zincirin kırılmasıdır. Her kuşak, mirasla hesaplaşırken aslında kendi zamanını da yarar. Bir kuşak, ötekinin gölgesinde büyür; ama büyüdüğü anda kendi gölgesini diğerinin üstüne salar. Döngü kırılmadıkça miras, zincir gibi kuşaktan kuşağa aktarılır. Ancak zincir koptuğunda, yeni bir zaman başlar.

Ve belki de sorulması gereken en derin soru budur: Biz kendi mirasımızı taşırken mi yaşıyoruz, yoksa miras bizi taşırken mi sürüklüyor? Zaman bizden mi akıyor, yoksa biz zamanın içinden mi geçiyoruz? Kuşaklar çatışırken aslında kendi içimizde mi boğuşuyoruz?

Bir an gelir, tüm bu sorular sürreal bir tabloya dönüşür: gökyüzünde çatlamış bir saat, yerin altından yükselen ataların sesi, bir çocuğun ağzında eski bir şarkı… İşte o anda, miras, zaman ve kuşak çatışması birbirine karışır; Dostoyevski’nin karanlığı, Kafka’nın labirenti, Oidipus’un körlüğü, Marx’ın meydanı tek bir sahnede birleşir. Ve biz, bu sahnenin içinde hem seyirci hem de oyuncu oluruz.