Bazı dönüşümler gürültüsüz başlar. Bir tabela değişir, bir metro hattı uzar, bir evin penceresine internet modemi asılır. Fakat her yeni asfalt, her dökülen beton, yalnızca zemini değil; bir toplumun tahayyülünü de yeniden döşer. Türkiye’nin son yirmi yılı, yalnızca fiziksel bir inşa değil; aynı zamanda siyasal bir yanılsamanın da inşasıydı. İktidar, her büyük projeyle yalnızca gücünü pekiştirdiğini değil, sadakatini de tahkim ettiğini sandı. Oysa her yükselen kule, her genişleyen yol, kendi gövdesinde bir çelişkiyi büyütüyordu: halkla kurulan bağ, halkın dönüştüğü gerçeğe körleşerek kopuyordu.

Bu hikâyenin kökü derin. Demokrat Parti’den Adalet Partisi’ne, ANAP’tan günümüze kadar uzanan Türkiye sağı, her zaman kalkınmacılığın büyüsüne yaslandı. “Yol yaptık”, “baraj yaptık”, “büyüyoruz” dediler. Ve bu büyümenin yalnızca ekonomik değil; aynı zamanda ideolojik bir karşılığı olduğuna inandılar. Betonla, çelikle, asfaltla halkı ağulayabileceklerini sandılar. Büyüdükçe halkın da büyülenmeye devam edeceğini, milliyetçi ve muhafazakâr sadakatin projelerle birlikte daha da pekişeceğini umdular.

Ama kapitalizm yalnızca zenginleştirmez; aynı zamanda dönüştürür. Üstelik bu dönüşüm, çoğu zaman ilk olarak bedende değil, rüyada başlar. Kırsal muhafazakâr seçmen, şehre göçtüğünde yalnızca adres değiştirmedi; gündelik hayatın tüm yapısı değişti. Artık tarlasının değil, kiraladığı evin; güneşin değil, mesai saatlerinin; toprağın değil, market raflarının, metro saatlerinin ve düşük ücretli işlerin içinde bir yaşam kurmak zorunda kaldı. Modern şehir ona yalnızca istihdam değil, kıyas imkânı da sundu. Ve bu kıyas, inancın zırhından çok daha güçlü bir kırılma yarattı.

İktidar, büyümenin kendilerini burjuvalaştırdığını kabul etmeden burjuvalaştı. Aynı şekilde, kırsal insanın da proleterleştiğini görmek istemedi. Ama o insan artık sabahları cami avlusuna değil, servis duraklarına yöneliyor. Öğle arasında cebindeki simit parasıyla değil, kredi kartı borcuyla düşünüyor. Bu yalnızca ekonomik bir değişim değil; kültürel bir kopuş. Ve her kültürel kopuş, yeni fikirlerin kapısını aralar. Sezgisel düzeyde de olsa, bu sınıfsal dönüşüm yeni siyasal yönelimlerin zeminini hazırladı. Ve gerçekten de öyle oldu.

İktidar ise bu çatlağı görmedi. Ya da görse bile, eski ideolojik formüllerle yamamaya çalıştı. Daha fazla bayrak, daha fazla ezan, daha fazla gelenek söylemiyle bu çözülmeyi durdurabileceğini sandı. Oysa sadakat yalnızca söylemle değil, yaşanmışlıkla sürer. Ve yaşanmışlıklar artık başka bir dili konuşuyor. Bu yeni dilde çocuklar işsiz, kiralar yüksek, gelecek ise fazlasıyla belirsiz.

Her büyük proje, artık bir kalkınma sembolü değil; bir yabancılaşma anıtı. O yollar, artık iktidara çıkan değil; iktidardan uzaklaşan yollar. O köprüler, halkla iktidar arasındaki bağları değil, mesafeyi artırıyor. Her yeni tünel, seçmenin zihninde yeni bir şüpheyi oyuyor: “Biz bu büyük oyunun neresindeyiz?”

Modernlik, şehri inşa ederken bir toplumun tahayyülünü de yeniden kurdu. Kırsal muhafazakâr taban, artık yalnızca inanan, sabreden, tevekkül eden değil; sorgulayan, kıyaslayan, değişimi hisseden bir özneye dönüşüyor. Bu dönüşüm, hiçbir bayrakla örtülemeyecek kadar derin. Çünkü artık mesele sadece ideolojik değil; doğrudan sınıfsal. Ve bu sınıfsal çelişki, yalnızca sözü değil; sadakati de dönüştürüyor.

Sonuçta, büyük projelerle büyüleyen iktidar, o büyünün eninde sonunda dağılacağını hesap etmedi. Ama şimdi o büyü bozuldu. Şehirle tanışan kırsal insan, bir taşrada kalmadı; zihinsel olarak da yer değiştirdi. Artık o yolun sonunda yalnızca bir şehir değil, başka bir gerçeklik var: Burjuvalar saraylarda, halk metrobüs sıralarında. Ve bu görüntü, her ezberden daha güçlü bir hakikattir.

Belki de en büyük siyasal kırılma, bir otoyol projesinin haritasında değil; bir insanın iç dünyasında, sessizce açılan hesap defterinin satır aralarında yazılıydı. O defterde artık yalnızca harcamalar ve borçlar değil; hayal kırıklıkları, kırılmış beklentiler, cevapsız sorular da yer alıyor. Bir zamanlar “bizden biri” denilen seçmen, artık kendisini başka bir dünyanın kenarında, başka bir sınıfın eşiğinde buluyor. Giyimi değişti, dili dönüştü, gündelik rutini yeni bir zamana ayarlandı. Sabahları cami avlusuna değil, servis kuyruklarına yöneliyor; öğle aralarında duasından çok kredi limitini düşünüyor. Akşamları ise haber bültenlerinden çok kiracı forumlarında dolanıyor.

İşte tam bu noktada sadakatin dili çatallanmaya başlıyor. Artık yalnızca oy pusulasında değil; zihnin içinde de bir bölünme yaşanıyor. Çünkü şehirle birlikte yalnızca yollar değil, düşünce alışkanlıkları da döşendi. AVM’ler yalnızca tüketim mekânı değil; kıyasın, farkındalığın ve yabancılaşmanın aynaları oldu. O aynada halk, artık yalnızca kendini değil; kendisine vaat edilenle yaşadığı arasındaki uçurumu da görüyor.

Ve o uçurum, hiçbir bayrakla, hiçbir ezanla, hiçbir nostaljiyle kapanmıyor.

Sadakat, bir zamanlar ortak inançların ve aidiyetlerin zeminiydi. Ama artık aynı zeminde başka ayak sesleri var. Her gün metrobüste ezilen bedenin, her akşam markette eksilen cebin hafızası, sloganlara tahammül etmiyor. Artık suskunluk tevekkül değil; sorgudur. Kimliğin sınıf bilincine dönüşme süreci—sessiz ama sarsıcı biçimde—devam ediyor.

Ve iktidar, o büyü bozulmadan önce inşa ettiği yollarla şimdi kendisinden uzaklaşanları taşıyor.

Çünkü mesele artık yalnızca bir yol yapmak değil; o yolun nereye çıktığını bilmek.

Şimdi o yollar, saraylara değil; gölgeli sorulara çıkıyor. O köprüler, yalnızca nehirlerin değil; halkla iktidar arasındaki inanç farkının üzerinden geçiyor. Her yeni tünel, yalnızca toprağın altına değil; halkın zihnindeki derinliklere kazılıyor. Her şey yerli yerinde gibi görünse de, bir şeyler içten içe değişiyor: Eski sadakatlerin yerini, yeni sorgular alıyor.

Ve düşünmeye başlayan bir halkı, hiçbir inşa, hiçbir görkemli proje, hiçbir vaaz durduramaz artık.

Çünkü bazı dönüşümler sessiz başlar.

Ama onların geri dönüşü yoktur.

Hasan KAYA
24 Haziran 2025, Salı