Bir toplumun siyasal düzenini anlamak, yalnızca anayasal normlara, güncel iktidar yapılarına ya da seçim sonuçlarına bakılarak gerçekleştirilemez. Gerçekte siyaset, yüzeydeki tartışmalardan ve görünür programlardan çok daha derin bir düzeyde, bir varlık düşüncesine, yani ontolojik (varlıkbilimsel) bir düzene yaslanır. Bu düzen, kimin siyasal bir özne olarak tanındığına, kimin tanınmadığına, kimlerin korunmaya değer bulunduğuna ve kimlerin ölüme terk edilebileceğine dair örtük ama etkili kabullerle işler. Varlıkla siyaset arasındaki bu karmaşık ilişki, yalnızca devletin kurumlarında değil, gündelik dilde, toplumsal sezgilerde, hatta sessizliklerde bile somutlaşır.

Türkiye siyaseti, tam da böyle bir ontolojik yarığın üzerinde inşa edilmiştir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devreden siyasal kodlar, görünüşteki kopuşlara rağmen derin bir süreklilik içinde işler. Osmanlı’nın millet-i hâkime (egemen millet) ile millet-i sadıka (sadık millet) ayrımı, yalnızca yönetsel bir ayrım değil, aynı zamanda bir varlık rejiminin temel taşıdır. Bu rejim, kimliğe, inanca, dile ve sınıfsal konuma bağlı olarak yurttaşların hangi düzeyde “var” sayılacağını belirleyen tarihsel bir dokudur. Cumhuriyet modernleşmesi, bu dokuyu dönüştürmek yerine, yeni bir biçimde tahkim etmiş; laiklik, yurttaşlık ve ulus-devlet kavramlarıyla örterek aynı dışlayıcı işleyişi sürdürmüştür.

Bu yapı içinde Türk-Sünni-erkek özne normatif yurttaş tipine dönüştürülürken; Kürtler, Aleviler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Süryaniler ve diğer etno-dinsel topluluklar “şartlı yurttaş” statüsüne itilmiştir. Bu şartlılık, yalnızca hukuki bir eksiklik değil, daha derin bir varoluşsal sınırdır. Sadakat gösterildiği sürece görünürlük kazanmak mümkündür; ancak hiçbir zaman kurucu özne konumuna geçilemez. Böylece siyaset, yalnızca bir yönetişim biçimi değil, aynı zamanda bir dışlama rejimi olarak işler: Sadıka olan makbuldür ama asla hâkime olamaz.

Bu ontolojik sınır yalnızca kimlikler düzeyinde değil, emek ve sınıf bağlamında da kendini gösterir. Örneğin pandemi günlerinde, “evde kal” çağrılarının eşitsizliğinde ifadesini bulan bu siyasal ayrım, emekçilerin yaşama hakkının değil, üretim zorunluluğunun esas alındığı bir yönetim biçimini açığa vurur. Üretim bandındaki işçinin bedeni, yalnızca işlevsel olduğu sürece “var” sayılır. Yaşatılmak değil; çalıştırılmak esastır. Bu noktada iktidar, yaşam ve ölüm üzerinde doğrudan bir tasarruf sahibi haline gelir. Agamben’in homo sacer figüründe olduğu gibi, bazı bedenler siyasal topluluğun tam anlamıyla parçası sayılmaz; yalnızca çıplak yaşam olarak tutulur, gerekirse feda edilebilir.

Bu ontolojik ayrımın bir diğer güncel örneği, pandemi sürecindeki açık seçik yaşam siyaseti kadar keskin olmasa da, iktidarın yoksulluk karşısındaki sistematik duyarsızlığında da gözlemlenebilir. Asgari ücretin ve emekli aylıklarının açlık sınırının bile altında belirlenmesi, yalnızca ekonomik bir tercih ya da teknik bir hesaplama değildir; bu tercih, kimlerin yaşamaya değer, kimlerin ise yavaş ve sessiz bir çürümeye terk edileceğine dair politik bir karardır. Bütçe öncelikleri, vergi düzenlemeleri ve sosyal yardım politikaları aracılığıyla yeniden ve yeniden üretilen bu eşitsizlik, devletin kimin yaşaması gerektiğine, kiminse gözden çıkarılabilir olduğuna dair ontolojik taksimini daha da somutlaştırır. Yaşamı hak eden ile edilgen bir hayatta kalma mücadelesine mahkûm edilenler arasındaki bu ayrım, neoliberal devletin görünmeyen ama işleyen bir ölüm siyasetidir.

Devletin karar mekanizmalarında yer almayan, kamusal kaynakların dağıtımına dair söz hakkı bulunmayan geniş kitleler, yalnızca seçme-seçilme hakkıyla sınırlı bir yurttaşlık ilişkisi içinde tutulmakta; yaşam koşullarını belirleyen esas kararlarda ise etkisizleştirilmektedir. Bu da yurttaşlığın yalnızca hukuki değil, aynı zamanda ontolojik bir mesele olduğunu gösterir…

İşte bu siyaset anlayışı, yaşamı bir hak olmaktan çıkarıp, bir itaat biçimine dönüştürür. “Var olma”nın kendisi bir sadakat testine bağlanır: Devletin tanımladığı çizgiler içinde kalan bedenler yaşatılır; ötekiler ise ya görünmez kılınır ya da ölümle sınanır. Ontolojik olan, burada yalnızca metafizik bir mesele değil; bedenin, emeğin, kimliğin ve dilin siyasal tanınma biçimidir. Siyaset, salt temsiliyet ya da yönetişim sorunu değil; kimin var sayıldığı, kimin yok sayıldığı, yani kimin yaşamasının mümkün, kimin ölümünün meşru görüldüğüne dair bir düzenlemedir.

Türkiye’deki siyasal örgü, bu dışlama mantığını yalnızca sürdüren değil, kurumsallaştıran bir yapı haline gelmiştir. Hukuki eşitlik söylemleri, anayasal haklar ve reform vaatleri, bu ontolojik yarık göz önüne alınmadan değerlendirilirse, yalnızca yüzeysel bir dönüşüm yanılsaması yaratır. Çünkü burada sorun, yalnızca kimin temsil edildiği değil; kimin siyasal özne olarak kabul edilip edilmediğidir. Sadıka konumundaki halklar, diller, mezhepler ve sınıflar, çoğu zaman konuşamaz, temsil edilemez, hatta var olamaz hale getirilmiştir.

Bu bastırma biçimi, yalnızca devletin aygıtlarıyla değil; aynı zamanda toplumun kolektif belleğiyle, gündelik diliyle, ahlaki sezgileriyle içselleştirilir. Egemen kimlik dışındakilerin kendi sessizliklerine dahi sadakat göstermeleri beklenir. Böylece dışlama yalnızca dışsal bir zorlamayla değil; bastırılmışın kendi benliğine yönelttiği içsel baskıyla da süreklilik kazanır. Sadıka olan, çoğu zaman kendi dışlanmışlığını varoluşsal bir zorunluluk olarak içselleştirir.

Bu nedenle, siyasalın ontolojik temellerini sorgulamadan yapılacak her dönüşüm, kaçınılmaz biçimde eksik kalacaktır. Çünkü mesele, yalnızca tarihsel hakların iadesi ya da sembolik temsiliyetin artırılması değildir. Mesele, varlık alanının yeniden nasıl kurulacağıdır. Türkiye’de yeni bir siyaset düşlemi, bu varlık rejimini dönüştürmeyi hedeflemediği sürece, ontolojik sınırların gölgesinde kalmaya devam edecektir.

Gerçek bir dönüşüm, kimliğe, dile, inanca ve emeğe dair tanınmanın yalnızca hukuki değil; aynı zamanda varoluşsal bir mesele olduğunu kabul etmekle mümkündür. Siyasetin geleceği, bu sessiz varlıkların konuşabilmesini sağlamak, görünmez bedenleri görünür kılmak, çalışan ama yaşayamayanları özneleştirmekle mümkündür. Ontolojik olanı parçalamak; siyaset felsefesini, etik sorumluluğu ve yaşamın çıplaklığını yeniden düşünmekle olanaklıdır.

Çünkü yaşam, yalnızca bir hak değil; aynı zamanda bir direniş biçimidir. Ve siyaset, yalnızca iktidarın el değiştirmesi değil; varlığın ne olduğunun yeniden tanımlanmasıdır. Ancak o zaman, gerçekten eşit, gerçekten çoğul ve gerçekten özgür demokratik bir toplumdan söz etmek mümkün olacaktır. Ve bu başlangıç, her şeyden önce, ontolojik sınırların aşılması ile mümkündür.

Hasan KAYA
3 Ağustos 2025 Pazar, Güre