Bir zamanlar dua, sabrın sesi, bekleyişin diliydi. İnsan, başını göğe kaldırır, içinden geçenleri dile döker, sonra sessizce çekilirdi köşesine. Çünkü dua, cevabı olmayan ama cevapsızlığıyla da teselli eden bir sığınaktı. Borç ise bir başka dildi. Ticaretten gelen, dünyevi olan, hesaplı, zimmetli. Ama şimdi, bir mutfağın kapısında, bir dolmuş durağında, bir bankanın kuyruk numarasında ikisi yan yana duruyor: Dua ile borç. Ve bu sessiz eşlik, bir halkın içindeki en derin yarığı işaret ediyor.

İnsan, eskiden toprağına borçlu hissederdi; yağmur gecikince dua eder, ürün bol olunca şükrederdi. Ama şimdi, toprağın yerini banka aldı. Şükür yerini asgari ödeme takvimine bıraktı. Modernliğin fısıltısı, borcun kutsal olmayan bir kader gibi kabul edilmesini sağladı. Krediyle alınan buzdolabı, borçla yenilenen mutfak dolapları, artık sadece nesne değil; bir aidiyet biçimi. İnsan neye sahip olursa, ona benzemeye başlar. Ve şimdi milyonlar, borca benziyor.

İktidar bu tabloyu görmedi; ya da gördü ama sessizliği satın alabileceğini sandı. Sandı ki, her dağıtılan sosyal yardım, her yapılan yol, halkın tevekkülünü artırır. Unuttuğu şey, borçla yaşamanın, bir insanın iç dünyasında nasıl bir sessizlik doğurduğuydu. Çünkü borç, yalnızca parayı değil, sesi de ipotek altına alır. Bir evde eksilen bir şey, sadece eşyadan eksilmez; onurdan, sözcükten, talepten de eksilir.

Ve burada dua ile borç, bir vicdanın iki ayrı yakası olur. Bir yanda “Allah büyüktür” diyen dil, öte yanda sessizce borç defterine bakan göz. Bu göz, artık eskisi gibi kapanmaz. Çünkü artık gökyüzüne değil, ay sonuna bakar. İnsanlık tarihi boyunca hiçbir yoksulluk bu kadar organize edilmemişti. Hiçbir çaresizlik bu kadar planlı, bu kadar sistematik bir düzene bağlanmamıştı. Modern yoksulluk, sessizliği çoğaltan bir mühendislik işidir. Ve borç, o sessizliğin faizle çoğalan dili.

Bir zamanlar cemaatler vardı; şimdi taksitler var. Eskiden “hayırsever” denirdi; şimdi “banka sponsoru.” Eskiden camide yan yana saf tutanlar, şimdi aynı AVM taksitiyle borçlanıyor. Ve fark edilmeden, cemaat de parçalanıyor, kardeşlik de. Çünkü borç, eşitlemez. Aksine, farkları daha görünür kılar. Komşunun arabası yenilenince değil, seninki haczedilince başlar çözülme.

Ama yine de dua ediliyor. Çünkü dua, bazen yalnızca insanın kendine yalan söylemesidir. “Olacak” diyerek değil, “dayanmalıyım” diyerek yapılan dualar. Dua, borcun ahlaki yükünü hafifletmek için değil; onu taşıyabilmek için çağrılan bir iç ses artık. Allah’tan değil; içerideki çöküşten bir çıkış aranıyor. Ama ne gökten bir ses geliyor, ne de taksit ödemeleri azalıyor.

Ve tüm bu sessizliğin içinde, bir şey değişiyor: dua edilen Tanrı artık eskisi gibi değil. O da susuyor. Çünkü Tanrı’nın suskunluğu, bazen insanın en içte duyduğu yankıdır: “Sıra sende.”

Bugün Türkiye’nin sokaklarında, evlerinde, mutfaklarında milyonlarca insan tam bu yankıyla yaşıyor. Dua ile borç arasında, ses ile sessizlik arasında, sadakat ile sorgu arasında. Bu aralık, yalnızca bir hayatın değil; bir toplumun içindeki en büyük sessiz çelişki.

Ve belki de en büyük fısıltı, oradan yükselecek. O büyük sessizlik, en sonunda dile geldiğinde, yalnızca bir itiraz değil; bir kopuştur.

Sessizlik Kitabı, işte bu iç kopuşun kaydını tutuyor. Yalnızca bastırılmış cümleleri değil; daha henüz düşünceye bile dönüşmemiş sezgileri, henüz şekil almamış sorguları, dilsizleşmiş bir öfkeyi iz sürer gibi takip ediyor. Çünkü sessizlik sadece bir boşluk değil; bir yoğunluktur. Ve dua ile borç arasına sıkışmış her yaşam, bu yoğunluğun en hakiki tanığıdır.

Belki bir gün, borç defteri kapanacak. Belki dua tekrar umut taşıyacak. Ama bugün, hâlâ o araftayız: Dua ile borç arasında. Ve bu aralık, sadece ekonomik bir sıkışma değil; tarihsel bir suskunluktur. Bu kitap, o suskunluğu dile getirme çabasıdır.

Çünkü bazen en derin itiraz, en uzun süren sessizlikten doğar.

Hasan KAYA
29 Haziran 2025, Pazar