Bazı acılar öyle derin olur ki, anlatılamaz. Ama anlatılamadığı için de silinir sanılır. Oysa dilin dışına düşen her yara, toplumun hafızasında gizli bir çentik açar. Ve birikir, ağırlaşır, derinleşir. Tıpkı bastırılmış yas gibi…
Her toplumun tanınmayan ölüleri, tutulmamış yasları vardır. Adı konmamış, yası tutulmamış her ölüm, kolektif vicdanın sessizliğine çarpan bir yankıdır. Ölüm yalnızca fiziksel bir yokluk değil; yasın bastırıldığı her yerde politik bir suskunluk rejiminin parçasıdır. Mezarsız kalanlar kadar, anılmayanlar da öldürülmüştür.
Yas, yalnızca bireysel bir içlenme değil, bir tanıma talebidir. “Bu kişi vardı, yaşadı, öldü ve ardından bir haksızlık bırakıldı,” diyebilme hakkıdır. Ama bu hak, her zaman herkese tanınmaz. Bazı ölümler “meşru” sayılır, bazıları “suç” gibi susturulur. Devletin tanımadığı, toplumun bastırdığı, medyanın sansürlediği ölümler vardır. Yas tutması yasaklanmış halklar, konuşması suç sayılan diller vardır.
İşte o diller, yas tutamaz. Konuşmak istediklerinde bastırılır; yas tuttuklarında terörize edilir. Kürtçe bir ağıt yakmak hâlâ bir suç şüphesiyle karşılanabiliyorsa, bu yalnızca bir dilin değil, o dili taşıyan hafızanın da cezalandırılmasıdır. Dil yalnızca bir araç değil, bir kimliktir. Ve yas, o kimliğin en derin ifadesidir. Yas tutamayan, hatırlayamaz. Hatırlamayan, kendini kuramaz.
Bu yüzden susturulan her dil, bir halkın yas hakkını da gasp eder. Yas, bellektir. Yas, tanımadır. Yas, tarihsel bir taleptir. Ve işte tam da bu yüzden, bu kitap yazılıyor: Adı anılmayan ölümler için. Dilsizleştirilen yaslar için. Bastırılmış dillerin acılarını taşıyacak yeni bir söz kurmak için.
Her şehir bir dil taşır. Her meydan, o dile düşen bir ses. Ama bazen, o sesler bastırılır. Taksim 1 Mayıs 1977’deki gibi… Yüz binlerce emekçinin bir araya geldiği meydanda, kimliği hâlâ açığa çıkarılmayan ellerce başlatılan katliamda saatler susmuştu, yas tutulamamıştı. Kalabalık dağılmış, bedenler toplanmış, ama söz tamamlanmamıştı. Çünkü o meydan, konuşan değil bastırılan bir dilin belleğine kazınmıştı.
Bugün o meydanda bir yas çiçeği bırakmak bile suç. Çünkü o alan, yas tutmak isteyenlerin değil, yasak koyanların denetiminde. Yasaklanan bir anma, aslında toplumun hafızasına çekilen bir çizgidir: Buradan sonrasını hatırlama. Ama bu kitap o çizgiyi aşar. Çünkü yas, yasaklandığında bile kendine bir dil bulur. Belki bir duvar yazısı olur, belki bir sokak şarkısı, belki annesini yitiren bir çocuğun sessiz bakışı. Ama konuşur. Çünkü acı, ifade edilmediğinde susmaz; sadece dil değiştirir.
Yaralı bir dilin anlatısı, parçalıdır. Kırık cümlelerle konuşur. Bazen kelimeler eksiktir, bazen sesler boğuktur. Ama tam da bu yüzden değerlidir. Çünkü o kırık dil, hakikatin saklandığı yerdir. Her baskıya rağmen var olmaya çalışan bir direniştir.
Biz o dili yeniden kurmalıyız. Yas tutmanın, yasaklara rağmen onurlu bir hak olduğunu hatırlamalıyız. Kırık saatlere, susturulmuş dillere, tanınmayan ölümlere söz vermeliyiz: Sizi unutmadık. Dilimizi kesenlere rağmen, size ağıt yakıyoruz.
Çünkü yas tutmak bir adalet biçimidir. Ve bazen, adaletin tek biçimi budur. Mezarsız ölüler için, dili yasaklanmış halklar için, yas tutmayı reddettiği için cezalandırılan anneler için…
Sessizlik Kitabı, bu unutulmuş yasların kayıt defteridir. Yaralı dillerin kırık harflerle yazdığı, ama bir bütün olarak direnen hakikatlerin sesidir.
Ve bu yüzden yazmaya devam ediyoruz. Çünkü her suskunluk, bir çığlıktır. Her çığlık, bir hafızadır. Ve her hafıza, bir isyan olabilir.
Hasan KAYA
21 Haziran 2025, Cumartesi