Dinin genel kabul gören bir tanımı yok. Bu konuda ortaya konmuş her çalışma onu yazanın dünya görüşü, hayatı anlama ve yorumlamasına bağlı olarak farklılıklar gösterir. Bu alanda yazılanların çeşitliliğine rağmen genel olarak bilim ve mantığın sınırları içinde varılan tanımlar ile bilimi ve mantığı reddeden duygular ve duyumlardan hareketle varılan tanımlar temel iki yaklaşımı oluşturur. Biz bilimin ışığında aklın ve mantığın kabul edeceği bir tanıma ulaşmaya çalışarak devam edelim.

“Din insanın Kutsalla ya da daha somut bir deyişle, “Tanrıyla ilişkili inançlarının ve bu inançların kapsadığı doğmaların ve ibadet biçimlerinin tümü olarak tanımlanabilir. Başta, mutlaka bir kutsala ya da temel bir varlık olarak “Tanrı”ya inanç var; onun yanı sıra da, doğmalar ve tapınmanın çeşitli biçimi ve görünüşleri. Dinler, örneğin İslam’ı Hıristiyanlıktan ayıran da, daha çok bu doğmaların içeriği ve ibadetlerin türü. Yalnız “Kutsal”la yetinen, örneğin Budizm gibi tanrısız bir din olabilir; ama dogmasız ve ibadetsiz din olmaz.”[1] Yukarıda yaptığımız aktarmadan sonra sorunun daha iyi anlaşılması için konuyu biraz daha açtığımızda; dinin tarihsel ve sosyal olduğu kadar, psikolojik bir olgu olduğunu görürüz. Bütün bunları gözden kaçırmadan dinin tarihsel süreç içindeki gelişimini özetlemenin doğru olacağına inanmakta olduğumuzu hemen belirtelim. Ancak bunu yapmadan önce bir adım daha ileri giderek Erich Fromm’un Psikanaliz ve Din adlı çalışmasından kısa bir bölüm aktaralım. Yazar çalışmasında; “din, insanın kendi dışındaki doğa güçlerini ve kendi içindeki içgüdüsel güçleri göğüslemeye uğraşırken yaşadığı çaresizliğin ürünüdür.”[2] Saptamasını yapar. Bu bağlamda “Din, bir inanç sistemi olarak insan ruhunun bir gereksinmesini karşılar; çevrede, evrende sırrına varılamayan olay ve olguların açıklanması için yoruma kapalı da olsa özel bir alan oluşturur. Tapınma yönüyle de ruhsal bir boşalım sağlayarak manevi bir güç verir, aynı zamanda güncel yaşayışı etkiler.”[3]

İnsan, çevresinde olup biteni dayanılmaz ve karşı konulmaz bir istekle anlamak ister. Ancak insanın çevresinde olup biteni anlaması sanıldığı kadar kolay olmaz. Karşısında bilgisizliğin o ana kadarki düşünce kalıplarının duvarı yükselir çünkü. İnsanın doğaüstü güçlere yönelmesinin tek nedeninin doğada ve toplumda olup biteni anlama ve tanımlama isteğinin olmadığını hemen belirtmek gerekir. Bir başka neden de insanın ruhsal ve toplumsal olarak birlikte yaşama güdülerine sahip olmasıdır. Ortak değerlere bağlanma ve ortak hedeflere yönelme toplumsal yaşamın vazgeçilmez koşullarındandır. Tarih öncesi dönemin insanı için bir arada olma, birlikte yaşama bir zorunluluktu.

Birçok bilim adamı ve konunun uzmanı din olgusunu doğaüstü güçleri içeren ve onlara tapınmayı öngören sisteme indirgemekten kaçınırlar. Bunlar dini, “topluluğun bireylerince paylaşılan ve o bireylere belli bir yöneliş, belli bir bağlanma amacı kazandıran herhangi bir düşünce ve eylem sistemi”[4] olarak görürler. Bu bakış açısı kendisini din olarak tanımlayan inanç dizgelerinden farklı ve ona karşı bir konumda gören inanç dizgelerini de içermesiyle dine daha geniş bir anlam kazandırır. Bu aynı zamanda dinin ideoloji bağlamında ele alınması gerektiği gerçeğini ortaya koyar. Tam da bu noktada, dinci çevrelerin yükselen itirazlarıyla karşılaşırız.

Dinin ideoloji olmadığını, olamayacağını ileri süren dinci çevrelerin tepkisel çıkışları, ideolojiyi tanım olarak bilmediklerinden değildir. Dinin ve ideolojinin işlevsel tanımı yapıldığında bu iki kavramın birbiriyle ötüştüğünü onlar da görüp kabul etmektedirler. Ancak genel olarak teologların ve bizde İslamcı “aydınların” karşı çıkışlarının nedeni birinin insan yaratması, diğerinin de Tanrı yaratması olduğu yolundaki öznel önyargıdır.

Dinlerin tarihi aynı zamanda düşüncenin tarihidir.

Toplumsal yaşamın ilk evresinde insanın yaşamını sürdürebilmesi sanıldığı kadar kolay değildi. Doğa karşısında savunmasız olan vahşet çağının insanı, doğayı dönüştürme eylemine girişerek kendisinin de dönüştürülmesi eylemini başlatmış olur. Bir başka söyleyişle yaşamak için üreten insan, insan olmanın gereği olan maddi ve manevi varlığını oluşturmasının önkoşulunu da oluşturmuş olur.

Doğa olayları karşısında savunmasız olan vahşet çağının insanı, sel basmaları, gök gürlemesi, yıldırım düşmesi ve diğer birçok doğa olayını doğaüstü güçlere bağladı. Barınağını basan suyun, olur olmaz gürleyen göğün, çakan şimşeklerin, düşen yıldırımların, lavlar püskürten yanardağların kendisinden hoşnut olmayarak onu uyaran bir gücün eylemleri olduğu düşüncesine vardı. Vahşet çağının insanı için doğada yaşamasını zorlaştıran güçler vardır. Yine aynı doğa ona yardımcı olan, hiçbir çaba sarf etmeden ısınmasını sağlayan güneş, gece karanlıkta yolunu bulmasına yardımcı olan ay, beslenmesini kolaylaştıran birçok bitki ve kökün yetiştiği toprağı da sunmuştur. Doğada olup biten her şey kendisinin dışında var olan iyi ve kötü ruhların (güçlerin) işidir. Buradan hareketle, ilkel insan, doğadaki tüm canlı cansız nesneleri iki sınıfa ayırır ve bu güçlerin kendisi gibi düşünen, bilerek hareket eden güçler olduğunu sanır. İyi ruhların kendisine yardımını sürekli kılmak amacıyla danslar eşliğinde dualar eder. Aynı şekilde, kötü ruhların kendisine kötülük yapmalarını engellemek için genellikle dans eşliğinde sözel dualar oluşturur. Onları kızdırmaktan özenle kaçınarak ibadet biçimleri oluşturur, büyüler yapar. “Büyüleri duaları soyut ve uzak ilişkilere değil, bir eylem öngörüsüne dayanır.”[5] Yaşamını sürdürmesi için gerek duyduğu nesneleri edinebilmek veya korunmak, beladan kurtulmak için dua ve büyü yapmaktadır. “Din dünyası, gerçek dünyanın yansımasından başka bir şey değildir.”[6] Bunu ilkel inanış ve dinlerde daha somut olarak gözlemlemek olanaklıdır.

İnsan barınma, giyim ve beslenme ihtiyacını karşılamak için giriştiği faaliyette doğayı ve kendini dönüştürür, gelişir ve yetkinleşir. İnsan yaşamını sürdürmek ve daha iyi yaşamak ereğine ulaşmak için geliştirdiği üretim aletleri ile doğayı ve kendini ve üyesi olduğu toplumu da değiştirir. Yaşamını kazanma biçimi toplumsal ilişkilerini ve düşüncelerini, inançlarını da değişikliğe uğratır. Bundan dolayıdır ki, her tarihsel dönemin kendine özgü geçerli ahlâk anlayışı ve dinsel fantezileri olmuştur. Dinsel inançların evrimi geçmiş çağlarda olduğu gibi bugün de sürmektedir. Kitap dinleri olarak da tanımlanan tek Tanrılı dinlerin tüm değişmezlik savlarına karşın değişlikleri ve hâlâ değişmekte oldukları, farklı tarikat ve mezheplerin oluşumlarıyla kendini göstermektedir.

İlkel toplumların inançlarından hareketle insanın doğa, kendisi ve toplum hakkındaki düşünüşünün eriştiği düzeyi anlamak mümkündür. Çünkü inançlar, onun toplumsal örgütlenişi, o toplumda hâkim olan üretici güçleri ve üretim ilişkilerini göstermesi bakımından anlamlıdır.

Doğadan toplanan bitki ve köklerin temel beslenme kaynakları olduğu İlkel Komünal Toplum ve vahşet çağında İnsanın toprağı kutsaması kadar doğal bir şey olamazdı.

Öyle de oldu.

İlkel insan, yaşamını sürdürmesi için gerekli olan nesneleri cömertçe veren toprağı Tanrıların anası olarak nitelendirdi. Toprak doğurgan bir kadına benzetildi. Anaerkil dönem diye de anılan bu döneme ait tüm inançlarda kadının toplumsal yaşam içindeki rolüne paralel biçimlerde inançlarda kadın etkisi gözlemlenir. Toprak tanrısal niteliğinin yanı sıra “ana” nitelemesiyle birlikte anılır.

İnsanlık tarihinin her döneminde dinden söz etmek olanaksızdır. Vahşet çağının insanlarının da inançları elbette olmuştur; ancak bunu din olarak tanımlamak doğru olmaz. Din kurumları, emir ve yasaklarıyla öngördüğü yaşam anlayışının bir bütünlüğe ulaşılmasını gerektirir. İlk insanların inançlarında emreden ve insanın kendinden çok uzaklarda bulunduğuna inanılan “Kutsalın” yerine yanı başında olan ve insanın ihtiyacına ulaşması ile inancının doğru orantılı olduğu bir kutsal söz konusudur.

Her doğa olayını doğaüstü bir güç temsil etmekteydi. Bu tanrıların insanlara emrettikleri, yapmalarını şart koştukları, hatta bu emir ve yasaklanın gerçekleştirmek için bir yaptırım güçleri olduğunu göremiyoruz, Bu dönemin tanrıları, tanrıçaları gönüllerinin istediği gibi davranmaktaydılar. Doğanın düzenlenmesi, yağmurların yağdırılması, havanın soğuması ve ardından baharın gelmesi, doğanın canlanması onların gönüllerine bağlıydı. İnsanlar tanrıların kendilerinden yapmalarını isledikleri bir şey olmamasına rağmen gönüllü olarak, daha çok da onları ikna etmek amacıyla törenler düzenlerlerdi. Burada kutsal olan ile insan ilişkisinin çok farklı olduğunu söylemek gerekir. Bu ilişki daha sonra emir ve yasaklarıyla insanlara neyin yapılıp neyin yapılmayacağını emreden tanrı ile insan ilişkisinden tamamen farklı bir ilişkidir. İnançlarının aldığı biçim ve uygulaması kutsal ile olan ilişkilerinde dışa vurur.

Emir ve yasaklar ile yaşamı düzenleyen Tanrı ve onun adına yaptırım gücü olan kurumların oluşmaya başlaması inançların değişiminin başlıca göstergesidir. Bu noktadan itibaren dinin gerçek anlamda tarih sahnesine çıkmasına tanıklık etmekteyiz. Dinin toplumsal bir kurum olarak tarih sahnesine çıkışı devletin ve Özel mülkiyetin tarih sahnesine çıkışı ile aynı döneme denk düşer. Devlet denen organizasyon din ve din kurumlarıyla varlığını pekiştirir. Devlet ne kadar dine gereksinim duyarsa din de o kadar devlete gereksinim duyar. İslamiyet’in ortaya çıkışı ve gelişmesi kısa bir süre sonra devlet örgütlenmesinin oluşmasını zorunlu kılar. O tarihe kadar devlet kuramamış Araplar, İslamiyet sayesinde ilk devletlerini kurmuşlardır. Kaldı ki İslamiyet öncesi de Arapların inançları ve inandıkları birçok “kutsalı” olmasına rağmen bir devlet kuramamışlardı. Toplumsal yapıların ve insanlar arasındaki ilişkilerin değişimine paralel olarak toplumsal örgütlenmelerin ve organizasyonların yapıları da değişikliğe uğrar.

Ruhlar âleminden doğayı yöneten tanrılara, oradan bütün bu doğaüstü güçleri yöneten ve hepsinin üzerinde bir gücün olduğu düşüncesinin oluşmaya başlaması, dolayısıyla tek tanrılı dinlerin oluşumu toplumsal yaşamla doğrudan ilişkili bir olgudur. Bir anlamda toplumsal pratiğin düşünsel alandaki yansımasıdır bu.

Din ve buna bağlı olarak Tanrı düşüncesi insan yaşamında oldukça geniş bir alanla örtüşür. Bu örtüşme toplumun içinde devindiği ekonomik yapı ve ona denk düşen üstyapı kurumlarının niteliğine göre farklılıklar gösterir. Bilim ve teknolojinin daha az kullanıldığı ekonomik sistemlerde din daha hâkim bir unsur iken bunun tersi toplumlarda din ve doğaüstü inanç dizgelerinin toplumsal yaşama etkileri daha az ve sınırlı olur. Yani, “bir halk ne denli çok bilgi edinir ve yetkinleşirse, doğaüstü olan şeylere karşı inancı da o denli azalır ve zayıflar.”[7] İnsan yaşamında geniş bir alanı kapsayan Tanrı ve din elbette ki, onun yaşamı üzerinde etkilerde bulunur. İnsanların yaşamlarını etkilemeyen hiçbir din veya mezhep olamaz.

Tarihsel süreç içinde insanların saf, biraz da çocukça inançlarından tek tanrılı dinlere ulaştığını gördük. Bu süreç aynı zamanda tanrının ya da başka bir söylemle “Kutsalın” daha mükemmelleşmesi sürecidir. Bu aynı zamanda insanın birçok şeyini yitirmesiyle eş anlamlıdır. Tanrı kusursuzlaştıkça insanın kusurları artar. İnsan sahip olduğu en iyi şeyhi Tanrıya yansıtarak kendi kendisini yoksullaştırır.

“Artık bütün sevgi, bütün akıl, bütün adalet Tanrıdadır; insan ise bu niteliklerden yoksundur, bomboş ve zavallıdır.”[8] İnsanın kendisine yabancılaşmasının tipik sonucu olarak din, onun yaşamı üzerinde etkide bulunmanın yanı sıra, toplumsal birçok haksızlığın kabul edilmesinin de nedeni olur.

İslamiyet’in zayıf iradeli insanı, azami iradeye sahip tanrı karşısında güçsüz ve çaresizdir. Allah en büyük iradeye sahip olmasının yanı sıra, gerçek adil olan, tek seven ve bağışlayan olduğuna göre insanın bu alanlarda hatalar yapması kaçınılmazdır. İnsan bu anlayışla yalnızca tanrısı ile olan ilişkilerinde değil, diğer insanlarla ilişkilerinde de bu şemaya uygun davranır. Kendinden güçlüler karşısında sinen, tüm haksızlıkları sineye çeken insan, kendisinden güçsüzleri ezme yoluna başvurur. İnsanın kendisine ve toplumsal gerçekliğe yabancılaşması bazen o düzeye varır ki, en us dışı sistemleri dahi kabul eden bir konuma düşmesine neden olabilir. İnsanların konuştukları dilleri ve dünya görüşleri yüzünden işkence görmelerini ve hata öldürülmelerini onaylamayı anlamak başka nasıl mümkün olabilir. İnsanın düşünsel özgürleşmesi sağlanmadan insan olması olanaksızdır.

Hasan KAYA

Kaynakça 

[1] İslam Çağımıza Yanıt Verebilir mi? Server Tanilli, Say Yay. Sf:11

[2] Psikanaliz ve Din, Erich Fromm Sf: 204

[3] Şerafettin Turan; Türk Kültür Tarihi Türk Kültüründen Türkiye Kültürüne ve Evrenselliğe, sf 83 – 84

[4]  Psikanaliz ve Din, Erich Fromm Sf: 21

[5] Aydın Çubukçu,  Mantık ve Diyalektik, sf. 18 Evrensel Basım Yayın

[6] Karl Marx, Kapital I Cilt sf 94 Sol Yayınları

[7] Diderot (Abbe Barthelemy İle Diderot’un Konuşması) Çev. Server Tanilli,  sf.73

[8] Psikanaliz ve Din, Erich Fromm Sf: 54

Dip not (8) ile yapılan alıntıda yapılan tespitler K. Marx’ın 1848 Elyazmaları kitabından alınmış gibidir. Marx şöyle demekte “İnsan Tanrıya ne kadar çok şey verirse, kendinde o kadar az şey kalır.” sf.154.    Erich Formm bu tespiti biraz açarak vermenin ötesinde bir şey yapmamıştır.   Bu tespitin Marx’a ait olduğunu düşündüğümden bu notu düşmek gereği duydum

Not: Bir Başka Gözle Alevilik Kızılbalık Kitabından alınmıştır…