Bursa Spor tribünlerinde yükselen ırkçı ve cinsiyetçi sloganlar, yalnızca bir maç günü taşkınlığına, “öfke anına” ya da kalabalığın kontrolsüz coşkusuna indirgenemeyecek kadar ağır bir toplumsal yaraya işaret ediyor. Bu dilin, bu hoyratlığın ve bu tahakküm biçiminin; yıllardır sistemli biçimde üretilen egemen ideolojiden, düşmanlaştırıcı siyasal iklimden ve eril iktidar kodlarından bağımsız olmadığını kabul etmek gerekir. Ancak tam da bu kabul, bizi kaçınılmaz bir ahlaki eşiğe getirir: Egemen düşünceden etkilenmiş olmak, yapılan eylemi masum kılmaz.

Toplumda sıkça başvurulan “Halka kızılmaz” refleksi, ilk bakışta merhametli ve koruyucu bir yerden konuşuyor gibi görünür. Oysa bu refleks, düşünmeyi askıya alan, sorumluluğu buharlaştıran ve kötülüğü sıradanlaştıran tehlikeli bir kolaycılık taşır. Tribünlerdeki insanların “bilinçsizce” hareket ettiğini varsaymak, onları özne olmaktan çıkarır; ırkçı ve cinsiyetçi şiddeti soyut bir merkeze, adı konmamış “egemenlere” havale eder. Böylece hem eylem kınanmaktan kurtulur hem de yeniden üretilmesinin yolu açılır.

Oysa mesele, öfkeyi kime yönelttiğimiz değil; neyi meşru saydığımızdır. “Doğru bulmuyorum ama…” diye başlayan her cümle, fiilen yanlışın yanına düşer. Çünkü ahlaki tutum, gri alanlar yaratmak değil, sınırlar çizmektir. Irkçı ve cinsiyetçi bir slogan, hangi ağızdan çıkarsa çıksın, hangi tribünde yankılanırsa yankılansın, hangi siyasal iklimin ürünü olursa olsun, açık ve tereddütsüz biçimde kınanmak zorundadır. Aksi halde eleştiri, yukarıyı hedef alıyormuş gibi yaparken, tahakkümün gündelik dolaşımına sessizce göz yumar.

Tam bu noktada, Marx’ın sıkça hatırlatılan o cümlesi yeniden anlam kazanır:
“Egemen sınıfın düşünceleri, her çağda egemen düşüncelerdir.”

Bu tespit çoğu zaman, bireysel sorumluluğu askıya alan bir mazeret gibi kullanılır. Oysa burada işaret edilen şey, insanların düşünemeyen varlıklar olduğu değil; düşüncelerin maddi, tarihsel ve siyasal koşullar içinde üretildiğidir. Egemen düşünceler baskındır, kuşatıcıdır, tekrar yoluyla güç kazanır. Ve tam da bu nedenle, o düşünceleri yeniden dolaşıma sokan her söz, her slogan, her kahkaha, her suskunluk politik olduğu kadar ahlaki bir eylem niteliği taşır.

Irkçılık ve cinsiyetçilik, yalnızca yukarıdan dayatılan söylemler değildir. Onlar aşağıda, gündelik hayatta, tribünde, sokakta, sosyal medyada, dilin en sıradan anlarında yeniden kurulan ilişki biçimleridir. Kadını aşağılayan, ötekini hedef alan, bedeni, kimliği ve varoluşu hakarete dönüştüren bu dil; iktidarın yalnızca bir aracı değil, aynı zamanda onun en sadık taşıyıcısıdır. Bu zinciri kırmanın yolu, “asıl suçlu yukarıda” diyerek aşağıyı temize çekmekten geçmez. Tam tersine, her halkada sorumluluğu görünür kılmaktan geçer. Çünkü egemenlik, ancak tekrar edildiğinde egemen olur.

Bu nedenle tribünlerdeki ırkçı ve cinsiyetçi söylemi kınamak, halktan kopmak değildir; halkı ciddiye almaktır. İnsanları edilgen birer taşıyıcıya indirgemek değil, onları sözlerinin ve eylemlerinin faili olarak tanımaktır. Vicdan tam da burada başlar: Yanlışı, kimden gelirse gelsin, gerekçesini sormadan reddetmekte.

Aksi halde geriye yalnızca şu derin çelişki kalır: Egemen düşünceden şikâyet ederken, onun en kaba, en çıplak ve en incitici tezahürlerine “anlayış” göstermek. Bu çelişki ne politik ne de ahlaki olarak savunulabilir. Çünkü tarih defalarca göstermiştir ki, kötülük en çok mazur görüldüğünde kök salar; ırkçılık ve cinsiyetçilik ise en çok “ama”larla hayatta kalır.