Bir kelimenin ağırlığı, çoğu zaman onun sözlükteki tanımından değil, tarih boyunca sırtına yüklenen anlamlardan gelir. Kelimeler, taş gibi; kimi zaman bir evin temelini atar, kimi zaman bir camın kırık parçası gibi kanatır. Onlar yalnızca iletişim araçları değildir; kelimeler, dünyayı kuran tuğlalardır. Bir iktidar, kendi sarayını sadece taşla değil, kelimeyle de inşa eder. Ve tıpkı taş gibi, kelime de yerinden sökülüp başka bir yere konabilir; anlam, yeniden inşa edilebilir. Ancak bu inşa süreci hiçbir zaman masum değildir. Hangi kelimenin kullanılacağı, hangisinin yasaklanacağı, hangisinin halkın zihninde güvenle dolaşacağı ve hangisinin şüpheyle karşılanacağı, bunların hepsi bir iktidar meselesidir.
Tarih boyunca egemenler, kelimeleri yalnızca düşünceleri ifade etmek için değil, düşünceleri şekillendirmek, sınırlamak, hatta boğmak için kullandı. Ortaçağ’ın skolastik Avrupa’sında “heretik” kelimesi, yalnızca teolojik bir farklılığı değil, ölüm fermanını da imliyordu. Osmanlı’da “fitne” kelimesi, yalnızca bir toplumsal huzursuzluğu değil, bastırılma bahanesini sağlıyordu. Modern çağda ise “terör” kelimesi, gerçek anlamının çok ötesine geçerek, siyasal muhalefeti şeytanlaştırmanın evrensel anahtarına dönüştü. Kelimeler, birer sembol değil; zihinsel hapishanelerin kapı kilitleridir.
Türkiye’nin yakın tarihi, bu gerçeğin laboratuvarı gibidir. “Milli güvenlik”, “beka”, “yerli ve milli”, “dış mihrak”, “milli irade” gibi kavramlar; yalnızca politik söylemin parçaları değil, aynı zamanda düşüncenin sınırlarını çizen tel örgülerdir. Bu kelimelerle karşılaşan yurttaş, çoğu zaman onların neyi anlattığını değil, neyi anlattırmadığını fark etmez. “Milli güvenlik” dediğinizde, artık güvenliğin ne olduğu üzerine değil, “milli” sıfatının hangi itirazları susturduğu üzerine konuşursunuz. “Milli irade” dediğinizde, iradenin nasıl oluştuğunu değil, onun sorgulanamaz bir kutsal gibi sunulduğunu tartışırsınız, tabii tartışabilirseniz.
İktidar, dil üzerinden kurduğu bu kuşatmayı sistematik biçimde derinleştirir. Medya, eğitim, dinî retorik, hukuk dili ve gündelik konuşma… Hepsi aynı ağın düğümleri hâline gelir. Bir gün “milli birlik” için toplanırsınız, ertesi gün “devlet bekası” için fedakârlığa çağrılırsınız. Böylece, kelimeler düşünmeyi değil, itaat etmeyi kolaylaştırır. İnsan, anlamı hazır verilmiş kelimelerle düşünmeye başladığında, artık kendi düşüncesine değil, başkasının düşünce kalıbına hizmet eder.
Tam da bu noktada muhalefetin açmazı başlar. Muhalefet, çoğu zaman bu hegemonik sözlükten ödünç kelimelerle konuşur. Karşı çıktığı iktidarın “milli irade” tanımına itiraz ederken bile, “milli irade” kavramının içine hapsolur. Tıpkı bir satranç oyuncusunun, rakibinin açtığı oyun kurgusuna mecburen uyum sağlaması gibi… Bu yüzden, iktidarın dilini sorgulamadan kullanan her muhalif, farkında olmadan o dilin içinde nefes alır; başka bir dünyanın değil, aynı dünyanın başka tonunun mümkün olduğunu söyler.
Ama tarih bize şunu da öğretir: Hegemonya, her zaman dilin içinde kurulur; ama dil, her zaman karşı-hegemonya için de bir zemin taşır. Latin Amerika’daki devrimci hareketler, kendi dillerinde “patria” kelimesini yalnızca ulusalcı bir çerçevede değil, yoksulların ortak evi anlamında yeniden inşa ettiler. Güney Afrika’da “özgürlük” kelimesi, apartheid rejiminin resmi söyleminde bile vardı; ancak Mandela ve arkadaşları onu bambaşka bir gerçekliğin sembolüne dönüştürdü. Türkiye’de de “adalet” kelimesi, hem mahkeme kapılarında hem de miting meydanlarında yankılandı; ama hangi “adalet”ten söz edildiği, kelimenin kimde nasıl bir anlam bulduğunu belirledi.
Burada mesele, kelimeleri tümden reddetmek değil; onların tarihsel yüklerini görmek, gerekirse bu yükleri boşaltmak, yeni anlamlarla doldurmak, hatta yepyeni kelimeler icat etmektir. Çünkü muhalefetin önünde iki yol vardır: Ya mevcut dilin içinde boğulmak ya da kendi sözlüğünü kurmak. Birincisi kolaydır; çünkü herkesin anladığı kelimelerle konuşursunuz. Ama bu kolaylık, iktidarın anlam haritasında dolaşmaktan başka bir şey değildir. İkincisi zordur; çünkü anlamı yeniden kurmak, yalnızca politik değil, kültürel, duygusal ve estetik bir devrim gerektirir. Fakat ancak bu zorluk, gerçekten başka bir dünyanın kapısını aralayabilir.
Bu metin, tam da bu ikincisinin peşinde…
Burada “dil” yalnızca iletişim aracı olarak değil, bir iktidar alanı olarak ele alınacak. “Dil Olarak Hegemonya”dan “Yeni Bir Kavramsal Evren Kurmak”a uzanan bölümlerde; kelimelerin sınıfsal kökenleri, yarattığı yabancılaşma, sürdürdüğü iktidar ilişkileri ve içinde barındırdığı direniş potansiyelleri tartışılacak. Anlatımda tarihsel örnekler, edebi göndermeler, felsefi referanslar iç içe geçecek. Ama amaç ne akademik bir mesafe ne de yalnızca edebi bir estetik; amaç, kelimelerle kurulan zincirleri tanımak ve onları kırmanın yollarını aramak.
Belki de en başta şunu hatırlamak gerekir: İktidarın en büyük başarısı, halkın kelimelerini elinden almasıdır. Bir kelime, eğer halkın ağzında körelmişse, iktidarın ağzında sivrilir. “Milli” kelimesi, bu topraklarda bir zamanlar halkın ortak aidiyetini anlatırken; bugün çoğu zaman dışlayıcı, ayrıştırıcı ve kutsal bir mühür olarak kullanılıyor. “Kamu yararı” bir zamanlar yoksulun hakkını korumak için dile gelirken, bugün çoğu zaman büyük sermaye projelerinin kalkanı hâline geldi. “Milli irade” bir zamanlar halkın kendi geleceğini belirleme gücü demekken, artık bir kişinin iradesinin halkın iradesi gibi sunulmasının maskesi olabiliyor.
Bu yüzden, muhalefet yalnızca başka politikalar değil, başka bir dil kurmak zorunda. Başka bir dil, başka bir düşlem; başka bir düşlem, başka bir dünya demektir. Eğer biz “milli güvenlik” yerine “ortak güvenlik”, “beka” yerine “ortak yaşamın sürekliliği”, “milli irade” yerine “halkların çoğul iradesi” gibi kavramlar inşa edersek, yalnızca kelimeleri değil, zihinleri de özgürleştirebiliriz. Çünkü gerçek değişim, önce kelimelerde başlar; kelimeler değiştiğinde, düşünceler değişir; düşünceler değiştiğinde, dünya değişir.
Ve belki de en önemlisi, bu yeni dil yalnızca siyasetin değil, gündelik hayatın da dili olmalı. Mahalle kahvesinde, pazar yerinde, üniversite amfisinde, işçi servisinde… Her yerde bu yeni kelimeler dolaşmalı. Çünkü hegemonya yalnızca televizyon ekranlarında kurulmaz; o, insanların birbirine hangi kelimelerle hitap ettiği, hangi kelimeleri normal bulduğu, hangi kelimeleri yadırgadığıyla da kurulur. Dilin dönüşümü, sessiz bir devrimdir; başladığında kimse fark etmez, tamamlandığında ise herkes yeni bir dünyada yaşadığını hisseder.
Bu metin, işte bu sessiz uyanışın hazırlık notlarıdır. Bir çağrı, bir davet… Zincirleri önce kelimelerde kırmaya, anlamları geri almaya, susturulmuş sesleri yeniden konuşturmaya. Çünkü kelimeler ya boyun eğdirir ya da özgürleştirir; biz, özgürleştiren kelimelerin peşindeyiz.
Hasan KAYA
21 Aralık 2025, Pazar











