Uyuşturucu soruşturmaları her seferinde aynı yere varıyor: Bir adli dosyadan çok, bir ahlâk mahkemesi kuruluyor. Yargı salonlarından önce ekranlarda, delillerden önce kanaatlerde, hukuktan önce vicdan iddialarında hüküm veriliyor. Böylece mesele, maddelerin dolaşımından değil; değerlerin, kimliklerin ve hayat tarzlarının çarpışmasından ibaret bir sahneye dönüşüyor.

Gizlilik kararıyla mühürlenmiş dosyalar, tuhaf bir biçimde en mahrem ayrıntılarıyla ortalığa saçılıyor. Suç isnatları, henüz kanıtlanmadan, cinsel göndermeler ve inanç imalarıyla birlikte dolaşıma sokuluyor. Burada yargılanan yalnızca fiiller değil; insanlar, bedenler, arzular ve yaşam biçimleri. Hukuk susarken, ahlâk gürültüyle konuşuyor.

Tartışma hızla “kim” sorusuna kilitleniyor. Ünlüler, gazeteciler, medya figürleri… Ve özellikle “dindar”, “muhafazakâr” diye kodlananlar. Suç, bir anda toplumsal bir kimliğin hanesine yazılıyor. Kimileri parmağını uzatıp “bakın, inanç da kurtarmıyor” diyor; kimileri ise bunu kültürel bir linç olarak okuyor. Oysa her iki taraf da aynı körlüğü paylaşıyor: İnsanları biçimlendiren şey, inanç beyanları değil; içine doğdukları hayatın örgütlenişi.

Ahlâk, soyut bir gök katından inmez. Günlük hayatın temposunda, geçim kaygısında, rekabetin sertliğinde, görünür olma zorunluluğunda şekillenir. Ne kazanılır, ne kaybedilir, ne ödüllendirilir, ne görmezden gelinir, bunların hepsi, hangi davranışların “normal”, hangilerinin “sapma” sayılacağını belirler. Bir toplumda başarı parayla ölçülüyor, güç görünürlükle kutsanıyor, her şey alınıp satılabilir bir nesneye indirgeniyorsa; ahlâk da bu terazide tartılır.

Bu yüzden uyuşturucu, cinsellik ya da şiddet tartışmalarının bir yandan yoksul mahallelere, diğer yandan ünlülerin hayatlarına savrulması rastlantı değildir. Sorun bireysel zaaflarda değil; bu zaafları üreten, besleyen ve kimi zaman parlatan ilişkiler ağındadır. İnanç, bu ağın içinde ya vitrinde sergilenen bir süse dönüşür ya da ihtiyaç duyulduğunda savrulan bir suçlama aracına.

Bir yanda çocuk yaşlara kadar inmiş madde kullanımı; diğer yanda stüdyo ışıkları altında ahlâk vaazları. Bir yanda güvencesizlik, yalnızlık ve yoksulluk; diğer yanda “kişisel tercih” masalları. Oysa tercih dediğimiz şey, çoğu zaman seçeneklerin darlığıyla çizilir. İnsanlar özgürce seçtiklerini sanırken, kendilerine sunulan dar koridorlarda yürürler.

Bu nedenle bir kişinin inancıyla yaşadığı çelişkiler arasında doğrudan bir ahlâk hesabı kurmak, rahatlatıcı ama yüzeysel bir kolaycılıktır. Asıl soru daha derindedir: Hangi düzen, hangi davranışları mümkün kılar? Hangi yaşam biçimi, hangi tutkuları teşvik eder, hangilerini bastırır? Hangi başarı hikâyeleri, hangi yıkımları görünmez kılar?

Ekranlarda bugün konuşulan dosyalar yarın kapanacak. İsimler değişecek, yüzler eskimeyecek ama yenileri eklenecek. Operasyonlar yapılacak, manşetler atılacak. Fakat hayatın üretim tarzı, ilişkilerin örgütlenişi ve değerin ölçüsü değişmedikçe, ahlâk tartışması hep aynı yerde dolanacak. Suç bireyde aranacak, düzen ise sorgulanmadan kalacak.

Belki de bu yüzden her skandal sonrası kısa bir rahatlama hissi yayılıyor. Çünkü karmaşık bir toplumsal sorun, birkaç “yanlış” insanın omuzlarına yüklenmiş oluyor. Oysa asıl rahatsız edici olan, bu yanlışların bu kadar tanıdık, bu kadar yaygın ve bu kadar sistemli olması.

Ahlâk, ne tek başına inançla ne de tek tek bireylerle açıklanabilir. Ahlâk, hayatın nasıl kurulduğuyla ilgilidir. Ve hayat bu biçimde kurulmaya devam ettikçe, bu tartışmalar da yalnızca biçim değiştirerek sürecektir.

Hasan KAYA
20 Aralık 2025, Cumartesi