İyilikle kötülüğün kadim mücadelesi artık ne meydan savaşlarında ne de açık çatışmalarda yaşanıyor. Bu çağın savaş alanı artık ekranlardır, manşetlerdir ve algoritmaların görünmeyen satır aralarıdır. Hakikat ile iktidar arasında süren bu sessiz savaş, en acımasız yüzünü medya odalarında göstermektedir. Bir zamanlar tanrıların ve kahramanların yürüttüğü hakikat mücadelesi, bugün televizyon stüdyolarında, haber merkezlerinde ve sosyal medya platformlarında sürüyor. Ancak burada savaş, bilgiyle değil, algıyla; gerçekle değil, imajla yürütülüyor.
Platon’un mağarasındaki tutsaklar, zincirlenmiş halde duvara yansıyan gölgeleri gerçek sanıyordu. Bugünün modern insanı ise, o tutsaklardan farklı değil. Fakat artık o gölgeler taş duvarlara değil, LED ekranlara, sosyal medya akışlarına ve iktidar koridorlarından sızdırılan metinlere yansıyor. Mağaranın dışına çıkmaya çalışanlar ise “dış mihrak”, “terörist” ya da “sapkın” ilan edilerek yaftalanıyor. Hakikati görmek, sadece bilgiye ulaşmakla sınırlı değildir; aynı zamanda bu bilginin sonuçlarıyla yüzleşmeye cesaret etmeyi gerektirir. Ve çoğu zaman toplumlar, hakikatten ziyade onları avutacak masallara ihtiyaç duyar.
Sosyal psikolojinin öncülerinden Erich Fromm’un da söylediği gibi, özgürlük insanın taşıması en zor yüklerinden biridir. Çünkü özgürlük, seçmeyi ve bu seçimin sonuçlarına katlanmayı gerektirir. Otoriter rejimler de tam bu noktada devreye girer. Toplumun korkularını manipüle ederek, bireylerin özgürlük arzusunu bastırır ve onun yerine sahte bir güvenlik hissi koyar. Medya ise bu güvenli yanılsamanın inşasında başrolü üstlenir.
Bugün haberler, bilinçli bir biçimde tekrar tekrar kurgulanarak “görülmesi gereken” sahneleri gösterir; “bilinmesi istenen” bilgileri servis eder. Böylece gerçekliğin kendisi değil, onun bir taklidi olan simülasyon dolaşıma girer. Baudrillard’ın ifadesiyle artık yalnızca yalanı değil, yalanın gerçek gibi sunuluşunu izliyoruz. Bu da bizi hakikatin sıvılaştığı bir çağın içine sürüklüyor. Zygmunt Bauman’ın “akışkan modernite” kavramsallaştırması, burada tüm ağırlığıyla kendini hissettiriyor: Haberler sabun köpüğü gibi parlayıp sönüyor, geriye yalnızca eleştirel düşüncenin enkazı kalıyor.
Ekran karşısındaki birey, tıpkı Milgram’ın meşhur deneyindeki denekler gibi, bir otorite figürünün buyruğu altında hareket ediyor. Vicdan devre dışı bırakılmış, sorgulama yetisi törpülenmiş bir toplumun medya karşısındaki hali etik değil, itaat temellidir. Oysa gerçek gazetecilik, tam da bu noktada başlar: Güce karşı gerçeği savunmak, iktidarın değil hakikatin yanında saf tutmak, susturulmuş vicdanlara ses olmaktır. Ne var ki günümüzde ödüller, konuşanlara değil, susanlara veriliyor.
Otoriter sistemler, kendi anlatısını çoğaltmayan gazeteciyi, kendi sloganını tekrar etmeyen editörü ve ezberlenen doğrulara itiraz eden spikeri tehdit olarak görür. Çünkü onlar için medya, özgür bir tartışma zemini değil; itaatin ve korkunun yeniden üretildiği bir mekanizmadır. Bu mekanizma yalnızca bilgiyi değil, ahlaki algıyı da biçimlendirir. Kötülük artık yalnızca şiddet yoluyla değil, anlatı yoluyla da işlerlik kazanır. Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlaşması” dediği şey, ekranlardan evlere, oradan gündelik yaşama sızar. Bir çocuğun ölümü “şehit” etiketiyle yüceltilirken, bir gazetecinin tutuklanması “hukukun üstünlüğü” ambalajıyla sunulur. Bu yalnızca haberin manipülasyonu değildir; kolektif hafızanın yeniden yazımıdır.
Ancak her çağda bu karanlık perdeyi yırtmaya çalışan sesler olmuştur. Onlar, hakikatin susturulduğu anlarda yeni bir dil icat ederler. Alternatif medya, bağımsız yayıncılık, sokak sanatı ya da dijital platformlar… Bunlar, yalanın egemenliğine karşı yükselen hakikat adacıklarıdır. Walter Benjamin’in tarih meleği, bugün ekran karşısında donmuş kitleye baksa, büyük ihtimalle şunu fısıldardı: “Geçmişin enkazı altında bile direnişin izleri vardır.”
Unutmamalıyız: Medya, sadece bilgi aktaran bir araç değil; aynı zamanda kolektif hafızayı biçimlendiren bir güçtür. Ve bu gücün hangi amaçla kullanıldığı, toplumların ahlaki ve entelektüel düzeyini belirler. Prometheus’un ateşi sönmedi; sadece bir ekranın içine sıkıştı. O ekranları kırmak değil, onları hakikatin aynasına çevirmek mücadelemiz olmalı.
Adorno’nun dediği gibi, “Yanlış hayat, doğru yaşanmaz.” Ama doğruyu arayan her ses, yanlışın iktidarını sarsar. Hakikat ne kadar bastırılsa da, bir gün su yüzüne çıkar. Ve o gün geldiğinde, en çok susanlar utanacak.
Şimdi o sessizliği bozmanın zamanıdır.