Bazı şehirler vardır; içinde yaşanmaz, yalnızca sürüklenilir. Bazı zamanlar vardır; saat işlemez, yalnızca geçilir. Ve bazı zihinler vardır; düşünmez, yalnızca boyun eğer. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılı, işte böyle bir suskunlukla örüldü: Zamanın kendini inkâr ettiği, hukukun gölgeye çekildiği, halkın ise adalet yerine tanıdıklara, bağlantılara, hemşehriliğe sarıldığı bir sürek avıydı bu. Devlet, bu karanlıkta gözünü kırpmadan yürürken ardında ne yalnızca çorak topraklar, ne çürümüş kurumlar, ne de yıkık mahkemeler bıraktı; aynı zamanda vicdanın dilini de susturdu.
Bugün bu ülkenin adalet anlayışı, bir mahkeme salonundan çok bir kahvehaneyi andırıyor. Kararlar, delillere değil, dedikodulara; vicdana değil, telefondaki sesin tonuna; yasaya değil, sadakate göre veriliyor. Yasalar birer yazılı belge olmaktan çıkıp birer hatırlatmaya, birer ihtimale dönüşüyor. Taşra, burada yalnızca bir coğrafya değil; bir düşünce biçimi, bir yönetim aygıtı ve bir çürüme kalıbı hâline geliyor.
Taşra: Coğrafyadan Zihne Sızan İtaat Biçimi
Taşra denildiğinde artık akla bozkır ya da köy gelmiyor. Taşra, şehre çoktan yerleşti. Gökdelenlerin içinde kendine masa buldu, yargı mensuplarının cübbelerine sinerek oradan konuştu, üniversitelerin yönetim kurullarına girerek bilgiyi diz çöktürdü. Bugün taşra zihniyeti, plazaların toplantı odalarında, başkentteki büyük binalarda, dev televizyon kanallarının yayın politikalarında nefes alıyor. Bu zihniyet, sadakati liyakatin önüne koyan, hukuku bir prosedür olarak gören, adaleti yalnızca bizden olanı koruma duygusuyla tanımlayan bir iç yapıya sahip.
Taşralı zihnin asıl gücü, yasa yapmaktan değil, yasayı çiğnemeyi doğal ve meşru göstermesinden gelir. Çünkü bu zihniyet, hakkı değil ayrıcalığı, eşitliği değil torpili, özgürlüğü değil itaati temel alır. Ona göre adalet, yalnızca bir bahanedir; asıl olan, ilişkidir. Telefonun ucundaki ses, anayasa metninden daha bağlayıcıdır. Ve bu ülkede artık yasa, yürürlükte olan değil; unutulmuş olan bir şeydir. Ya da hatırlatılmayan.
Adaletin Yıkıldığı Yer: Sadakatin İnşa Ettiği Devlet
Son yirmi beş yıl, taşra siyasetinin merkeze tamamen hâkim olduğu, hatta merkezi dönüştürdüğü bir dönemi temsil ediyor. Bu sadece kültürel bir egemenlik değil; aynı zamanda sınıfsal bir tahakküm biçimidir. Yerel eşraf, küçük burjuvazi, müteahhitlik kültürü ve parti-devlet iç içe geçerek yeni bir iktidar şeması oluşturdu. Bu şema, yalnızca adalet sistemini değil; kamu yönetimini, eğitim kurumlarını, basını, toplumsal vicdanı da teslim aldı. O yüzden artık hak aramak için dilekçe yazılmıyor; tanıdık bulunuyor. Ve bu tanıdıklar ağı, bir hukuksuzluk haritası çiziyor.
Yasalar yok değil; ama yalnızca bazılarına uygulanıyor. Mahkemeler kapalı değil; ama kapısından içeri sadece belli davalar girebiliyor. Polis yalnızca güvenlik sağlamıyor; aynı zamanda sessizliği denetliyor. Gazeteler hâlâ çıkıyor; ama artık halkı değil, iktidarı bilgilendiriyor. Üniversiteler hâlâ mezun veriyor; ama düşünce değil, tekrar üretmeye programlanmış insanlar çıkarıyor. Bu düzende bilgi değil, inanç; soru değil, ezber; eleştiri değil, tekrar makbuldür.
Şehir, Taşrayı Tanıdı: Ama Sonra Yüzünü Çevirdi
Başlangıçta şehir, taşraya kapılarını açtı. Kırsaldan gelen siyasiler, şehirde makamlar buldu. Betonla, camla, bürokrasiyle buluştu. Fakat bir süre sonra şehrin çözümleyici yapısı, taşranın iç mantığına direnemez hâle geldi. Çünkü taşra, yalnızca mekân değiştirmiş ama zihin dönüşümüne uğramamıştı. Şehrin eleştirel düşüncesiyle, eşit yurttaşlık talebiyle, ortak akıl geleneğiyle bağ kurmak yerine, onları birer tehdit olarak gördü.
Ancak son zamanlarda bu düzenin içinden bir çözülme sesi duyuluyor. Şehir, artık taşranın yükünü taşıyamıyor. Üniversitelerde konuşmaktan çekinmeyen öğrenciler, adalet sarayları önünde pankart açan avukatlar, sosyal medya üzerinden sesini duyurmaya çalışan yurttaşlar bu çürümeye sessiz kalmıyor. Artık sadece merkez değil, çevre de itiraz ediyor. Çünkü yıkılan yalnızca adalet değil; bir gelecek umududur. Ve o umut, suskunluğun içinden geçerek kendine yeni bir yol açıyor.
Son Söz Yerine: Kırık Saati Kurmak
Bu düzen, kendi sonunu yazmaya çoktan başladı. Çünkü hiçbir yasa, sonsuza dek çiğnenemez. Hiçbir çürüme, kendini saklayarak ebedileşemez. Toplumlar, eninde sonunda sesini arar. Çünkü adalet, yalnızca hukuk kitaplarında yazmaz; halkın yüreğinde yankılanır. Ve bu yankı, bir gün çığlığa dönüşür.
Saatin camı kırılmış olabilir. Göstergeleri dağılmış, zembereği bozulmuş olabilir. Ama o saatin içinde hâlâ tik tak eden bir direnç vardır. O ses, kulağını açan her yurttaşa şunu fısıldar: “Adalet, kendiliğinden gelmez; onun için ayağa kalkmak gerekir.”
Ve işte o ses, taşların altına sıkışan vicdanı, susturulan dili, bastırılan hakikati gün yüzüne çıkarmak için hâlâ oradadır. Taşrayı aşmak yalnızca coğrafyayı değil, zihniyeti aşmaktır. Bu aşma eylemi, bir düş değil; bir gerekliliktir.
Çünkü başka türlü bir toplum, ancak başka türlü bir bilinçle mümkün olur.
Hasan KAYA
23 Temmuz 2025, Çarşamba