Aklımda bir yakamoz öyküsü, çok sonra anlatacağım; pul pul sulara dökülmüş yalnızlıklarımı. Gözlerimi yumuyorum, bütün bir şehir, bir dağ ve denizlerin hepsi geçiyor kadehimde dalgalara yenilerek.

Papatyalar inadına bütün renkleri ile canını dişine takmış direniyor. Küs çiçeği! O salmış kokusunu derin yarlardan aşağı, öyle sessiz duruyor geceye…

Beni kendine saklayan karanlık yalnızlıklardan geçiyorum. Duvarlara şiirler asıyorum, şiirler okuyorum. Hepsi de aşk ve ayrılık şiirleri. “Aşk” diyor Lorca, bildiğimiz o yangınların hepsine. “Nasıl uzağım yanı başında bile, / nasıl yakınım koyup gittiğinde!”

Bu yüzden mi kırgın değilim.

Ama çok şey değil; gittinse, “gittim” deseydin, beklemezdim böyle…

Hayatın beni karşılayan yüzünde; incinmiş, yarım kalmış bir gülümseme ve hep hüzünler vardı. O neşeli, o seven sevilen yüzünü hep sakladı benden.

Kavga, dövüş inatla astım gecenin eteğine telaşını, baharımı aradım, gülen yüzünü hayatın…

Yaşamak zor zanaattı, yaşamak ağırdı yarım kalmış öykülerde. Serin, sevinçlerini kaybetmiş bir sonbahar akşamı; hüzünlere tutunmuş uzaklara giden sesim, dönmüyor geriye.

Değişen hayata, ağır değişmez kurallar koydum. Geçtim karşısına oyunbozan bir çocuğun mızıkçı, daha çok asi duruşuyla direndim…

Olmadı tabi. Hayat bildiğince aktı, geçti…

Kendine küser mi insan hiç?

Küstüm.

Bir sen gittiğinde, bir de kimin savaşı olduğunu bilmediğimiz bu savaşta; çocuklar vurulduğunda, çocuklar öldüğünde pisipisine.

Ağıtlarla sürüyorum yüreğimi, uzak mülteci yalnızlığına. Bir şey yapamamanın utancıyla susuyorum. Kaç gündür, kör bıçaklar açmıyor ağzımı.

Hasan KAYA
05 Eylül 2012 Çarşamba